ALEVİLİK VE ANADOLU

Anadolu, hangi ulustan, hangi ırktan, hangi inançtan olursa olsun bütün insanlara, bütün
ermişlere, bütün dervilere, bütün uluslara kapılarını açmış, onlara derin sevgi, saygı göstermiş
insanların yurdudur. Anadolu, bilinen en eski çağlardan bugüne uzanan bir uygarlıklar
zinciridir. Bir kültür mozaiğidir.
Tarihçilerin ve arkeologların verdikleri bilgilere göre, Anadolu’nun 10.000 yıllık bir tarihi
var. Anadolu uygarlıkları, bir yaratmalar bütünü, emekler toplamıdır.(33) Anadolu’nun tarihi,
Anadolu insanının tarihidir. Anadolu insanı ile
Anadolu tarihi bir bütündür. Biri olmadan diğeri düşünülemez. biri anlaşılmadan, öteki
anlaşılamaz, açıklanamaz. Bu bütünlük, bilinen en eski geçmişten günümüze kadar sürüp
gitmektedir. Anadolu insanı, başkalarından aldığına kendi özelliklerini de katmış, yoğurmuş
yeni bir öz ve biçim vermiştir. Çok tanrılı, tek tanrılı bütün dinler Anadolu’da buluşmuş,
karışmış, kaynaşmış yeni bir inanç, yeni bir düşünce olarak tarih sahnesine çıkmıştır.
En son tek tanrılı din olan İslamlık bile burada, doğduğu ülkedeki gibi algılanmamış, Anadolu
toprağına ekilince farklılaşmış, yeni bir içerik kazanmıştır. Anadolu Müslümanlığı, kendine
has özellikler taşıyan bir içerikle ortaya çıkmıştır. Anadolu medeniyetlerine şöyle bir göz
atarsak şu başlıklara rastlıyoruz:Hitit Öncesi, Hititler (Etiler), Hurriler Frigyalılar, Lidyalılar,
Likyalılar, Karyalılar, Urartular, Anzaranlar, Suriler, Sümer, Akad, Babil, Asur ile Helenistik
Çağ, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular, Osmanlılar ve Türkler... Anadolu’da Doğu ve Batı
inançları çağlar boyu birbirine o kadar çok karışmış ve kaynaşmıştır ki hangi inancın kaynak
olduğu, hangisinin kaynaktan çıktığı kesin olarak söylenemez. Örneğin, Aleviliğin en önemli
ilkesi olan, “Eline,
Beline, Diline...” sahip olma inancı, Budha dininde de, Maniheizm’de de görülmektedir.
Gene Tasavvuftaki ölümsüzlük, Hint düşüncesi Nirvana’nın varlığında ölümsüzlük olarak
yaşıyor. Alevilerdeki Cem ayininin kaynağı bakın nerelerde görüyoruz: Dionysos, Eski
Anadolu’da, Cem ise, İran’da şarabın bulucusudur.
Eski Yunan’da Şarap Tanrısı Dionysos’un törenlerinde ayinlerde şarap içilir. Alevi
Cem’lerinde de tören sırasında şarap içilir. Halbuki Müslümanlıkta içki yasaktır.
Hıristiyanlıktaki “Baba Allah, Oğul Allah, Ruh Allah” ya da Allah, Rahman, Rahim
biçimindeki üçleme inancı Anadolu’da Alevilikte; Allah, Muhammed, Ali üçlemesi olarak
görülmektedir. Eski Yunan’daki rakamlara verilen kutsal anlam (üçler, beşler, yediler, kırklar
v.s.) Alevilikte de aynen görülüyor.
Güneş, çok tanrılı dinlerde özellikle Zerdüşt dininde çok anlamlıdır. Aynı inanç, Şamanizmde
de var. Anadolu Alevileri de güneş doğunca oturup dua ederler. 1937’de Meksika
büyükelçimiz olan Tahsin Mayatepek, Meksika yerlileri üstüne yaptığı incelemelerle ilgili
olarak M. Kemal’e gönderdiği raporda Maya ve İnka medeniyetlerinde görülen birçok öğenin
aynen İslam dininde de görüldüğünü belirtmektedir. Üstelik, İnka ve Maya medeniyetlerine
ait Güneş kültü, İslamiyetin doğuşundan 10.500 yıl önceye dayanmaktadır.
35
Mayatepek, raporunda, secdeyi, namazı, ezanı, orucu, ölülerin yıkanmasını, sünneti, yağmur
duasını, Kabe’yi ziyareti, Mevlevi ayinlerini anımsatan ayinlerin Maya ve İnka
medeniyetlerinde İslamiyetten çok önce varolduğunu belgelerle kanıtlıyor.(34)
Gene Anadolu’da görülen, Güneş’in, Ay’ın dağların, yüksek tepelerin, suyun, ateşin, eşiğin
kutsal sayılması Şamanizmden gelmiştir. Şamanlığa giriş töreninde de, aynen Alevilikteki
ikrar ayininde olduğu gibi kurbanlar kesilir, içki içilip, sazlar çalınır, dans (semah) edilir.
Zaten, Anadolu deyimi de Bizans kökenlidir.
Anadolu’ya Türkiye adını ilk kez Haçlılar verir. Eskiden kentlerdeki Türk ileri gelenleri
kendilerine Rumi derlermiş.(35)
Türkler, Müslümanlığı Emeviler döneminde kabul eder. Emeviler Türklere görülmemiş
derecede zulüm yaparlar. Müslümanlığı kabul etmeyen yüzlerce Türkü ağaçlara asarlar.
Türkçe konuşanların dillerini keserler, Türk illerini yağma ederler. Araplar, Türk illerine
halifenin bahçesi adını verirler.(36)
Anadolu tarihçileri, Türklerin, XI. yüzyıldan itibaren Anadolu’ya göçler yolu ile geldiklerini
yazarlar. Türkler bu sırada gerek kültür, gerek dinsel açıdan heterojen bir toplumdur. Batıni
eğilimlerin güçlü olduğu, tasavvufa açık bir yapıları vardır.
Bu göçler sırasında, çeşitli tarikatlere bağlı çeşitli milliyetlere mensup şeyhler ve dervişler de
akın akın Anadolu’ya gelirler, yerleşirler ve tekkelerini açarlar. Arkasından da inançlarını
yaymaya başlarlar. İşte, Hacı Bektaş-ı Veli’den önce Anadolu’da görülen Alevi potansiyel; bu
şeyhlerin, dervişlerin çabası ile meydana gelmiş olabilir.
Çünkü, Hacı Bektaş-ı Veli’den önce Selçuklu yönetiminin haksızlıklarına karşı ardı arkası
kesilmeyen başkaldırılar olmuştur. Bir Babai İsyanı yaşanmıştır. Hacı Bektaş-ı Veli,
Anadolu’ya bu olaylardan sonra gelmiştir. Tarih olarak da tahminen Babai İsyanı sonrası,
yani 1240 yıllarında. HACI BEKTAŞ-I VELİ VE ANADOLU Anadolu Aleviliğini anlamak
için, Hacı Bektaş-ı Veli’yi tanımak gerekir.
Çünkü, Anadolu Aleviliği ve Bektaşiliği ile Hacı Bektaş-ı Veli adı, eş anlamlıdır. Biri
bilinmeden diğeri bilinemez. Anadolu’da halk arasında, Bektaş-ı Veli’nin hayatı ile ilgili
sayısız rivayet vardır. Bu nedenle Hacı Bektaş-ı Veli’nin hayatı ile ilgili bilgilerin esasını
masalımsı, mitolojik bilgiler oluşturur. Yani, Hacı Bektaş-ı Veli’nin gerçek hayatı yanında,
bir de mitolojik hayatı vardır.
Mitolojik hayatında, masal unsuru hakimdir. Kahramanımızın bir bağırması ile yüzlerce kişi
ölebilir, yok olabilir. Erenler, denize halısını veya postunu serer üstüne oturur, karşıya geçer.
Sırası gelince şahin olur, güvercin olur uçar.
Gerekirse silkinir, insan olur. bir anda birçok yerde olabilir. Sabah namazını Kabe’de kılar,
öğle namazında evine döner. Ateşte, kaynar suda yanmaz. Taşa basar, taşta ayak izleri çıkar.
Taşı isterse un gibi ezer, dağı saman çöpü gibi nefesiyle uçurur.
Taşlar, kerametine tanıklık eder. Hayvanlar keremi ile dile gelir, kayalar yürür. Yırtıcı
hayvanlar onun bakışıyla ya yok olur ya da taş kesilir. İradesi tabiat kanunlarının üstündedir.
dileyip de gerçekleştiremediği şey yoktur. Zaman içinde zaman, mekan içinde mekan yaratır.
36
Onun için yok yoktur; doğuşu bile bir kerametin sonucudur. Ölüm ise onun için uyumak
anlamına gelir.(37)
Velayetname, Hacı Bektaş-ı Veli’yi işte böyle tanıtıyor. Her masalda halkın yorumu vardır.
Dileği, düşüncesi, anlayışı, anlatışı ve masalın dayandığı bir gerçek payı vardır. Bu yüzden
bazen gerçek masallaşır ve dile gelir. Bu özellik, bütün dinlerde ortak paydayı oluşturur.
Hıristiyan aziz de ejderha öldürür, Müslüman aziz de, Budist aziz de...
Hıristiyan aziz de şu veya bu hayvanın donuna girer, Müslüman aziz de, Budist azizi de...
Hepsi denizi geçer, havada uçar v.s. Bu olağanüstü olaylar dinden ya da mezhepten değil, çok
tanrılı dinler dönemindeki düşünceden kaynaklanır.
Bunlar, refah ve huzur dileğidir. Erişilmeze erişmeyi isteme duygusudur. Bu özellikler hangi
ulus ve dinde olursa olsun ortak özlemlerdir. Geçmişte ortak şeyler yaşanmıştır. Aynı inanç ve
aynı özlemler paylaşılmıştır. Bu durum, şu ya da bu oranda bugüne de yansımıştır. Hacı
Bektaş-ı Veli’nin Anadolu’ya gelişi, Anadolu Selçuklu devletinin son yıllarına rastlıyor. Hacı
Bektaş-ı Veli’yi Anadolu’ya büyük Türk tasavvufçusu Hacı Ahmet Yasevi’nin halifelerinden
Lokman Parande’nin gönderdiği rivayet edilir.
Lokman Parende aynı zamanda Hacı Bektaş-ı Veli’ye, babası İbrahim Al Sani (Seyyid
muhammet) tarafından Hoca olarak tutulmuştur. Lokman Parende öğrencisini Yasevilik
tekkelerinde uygun örf ve ananeye göre yetiştirmişti. İslamiyetin Türkler arasında
yayılmasından sonra, Yasevilik Türkler arasında gelişen ve büyük taraflar toplayan ilk
Müslüman Türk tarikatı oldu. Yasevilik, Türkistan, Anadolu ve Rumeli’nde bulunan Türk ve
Kürt tarikatlarına tasavvuf anlayışını soktu.
Hacı Bektaş-ı Veli’nin Anadolu’ya gelişinden önce Baba İshak önderliğinde Anadolu
Selçuklu devletine karşı büyük bir başkaldırı olmuş, Alaaddin Keykubat ayaklanmayı ancak
paralı Fransız askerlerinin yardımıyla ve çok kanlı bir biçimde bastırmıştı. Bu sırada, bir
başka tasavvuf piri, Ahi Evren Veli de Kırşehir’de yaşıyordu.
Bütün Anadolu işçi ve esnafı onun buyruğundaydı. Ahilik ve Babailik temelde birbirine yakın
düşünce akımlarıdır. Hacı Bektaş-ı Veli Kırşehir’e yerleşmeden önce Horasan ve Erdebil’de
tekke eğitimi almış, bunun dışında Ortadoğu’yu hayli gezmiş, incelemişti.
Bazı kaynaklar Mekke ve Medine’ye gittiğini de yazar. Bektaş-ı Veli, İran Batınilerini,
Arabistan’daki İsmailileri, Horasan’da Yaseviliği, Mezopotamya’yı Selçuklu Sultanındaki
Acem etkisini, Karamanlılardaki Türklük fikrini, Ahi ve Babai inançlarını da yakından
tanımıştı. Hacı Bektaş-ı Veli’nin Anadolu’ya geldiği yıllarda Anadolu çok karışıktı. Anadolu
Selçuklu Devleti, halka yabancılaşmıştı.
Acem ve Arap etkisindeki Türklere insan muamelesi bile yapılmıyordu. İktidar ve din
kavgalarının alıp yürüdüğü Anadolu’da halk Selçuklu yönetiminden çok hoşnutsuzdu. Zaten
Babai İsyanı da bu yüzden çıkmıştı. İsyanın önderi İshak, Selçuklu ordusunu bir kaç kez
yendikten sonra, Fransız paralı askerlerin yardımı ile ele geçirilmiş, asılmış ve isyan da
böylece bastırılmıştı (1240).
Hacı Bektaş-ı Veli, Anadolu’da uzun süre gezdikten sonra, Kırşehir civarındaki,
Sulucakaracahöyük’e (bugünkü Hacıbektaş Kasabası) yerleşti. Orada tekkesini kurdu ve
inançlarını yaymaya başladı. Hacı Bektaş-ı Veli’nin evlenip evlenmediğine ilişkin farklı
37
görüşler vardır. Bu konuda bir görüş; Bektaş-ı Veli’nin, İdris Hoca’nın eşi Kadıncık Ana’dan
doğma kızı Fatma Nuriye Hatun “Kutlu Melek” ile evlendiği ve çocuğu olmadığıdır. Başka
bir görüşe göre ise, Bektaş-ı Veli hiç evlenmemiştir. Kadıncık Ana’nın Bektaş-ı Veli’den
hamile kalması söz konusu değildir.
Rivayete göre, “Kadıncık Ana, Bektaş-ı Veli’nin burnundan akan kanı, ziyan olmasın günah
olur,diye içer ve hamile kalır.” Bektaş-ı Veli, Kadıncık Ana’ya “Yurdun bekçisi, senden
gelecek ve senden olacaktır” diye söylediği de bilinen rivayetler arasındadır. Ayrıca, Kadıncık
Ana’nın İdris Hoca’dan hamile kalarak üç erkek çocuk doğurduğu ve sadece bunlardan ,
Timur Taş’ın yaşadığı söylenir.
Buna SEYİTALİSULTAN veya HIZIRLALA da denilmiştir. İşte PİREVİNEbu çocuk halife
olur. İddiaya göre, Hacı Bektaş Çelebilerinin soyu; Hızır Lala’dan gelir. Hacı Bektaş-ı
Veli’nin çocuğu olmamıştır. Çocuksuz vefat etmiştir (1270-71). Kadıncık Ana, Bektaş-ı
Veli’nin eşi değil nefes evladıdır. Seyit Ali Timur Taş bel oğlu değil, Bektaş-ı Veli’nin yol
oğludur. Seyit Ali Sultan daha sonra, Dimetoka’da bir Bektaşi dergahı kurar.
Seyit Ali Sultan’ın (mezarı Hacıbektaş’tadır) oğlu RESULBALISULTAN’dır. Resul Balı
Sultan’ın, Hüdadad ve Mürsel Bali Sultan adlarında iki oğlu olur. Kendi mezarı
Dimetoka’dadır. Soyu bu iki koldan yürüyen Hacı Bektaş-ı Veli’nin dergahını ve külliyesini
2. Osmanlı Sultanı Orhan Gazi Bey, türbesini de 2. Murat yaptırmıştır. Sonradan bu türbeyi 2.
Beyazıt tamir ettirmiştir.(38)
Hacı Bektaş-ı Veli’nin sağlığında “Bektaşilik” denilen bir tarikat yoktu. Alevilik ya da
Bektaşilik dediğimiz inanç sistemi veya tarikatı o öldükten çok sonra ortaya çıkmıştır.
Bu düşünceyi ve eylemi, Hacı Bektaş-ı Veli’den 200 yıl kadar sonra posta oturan Balım
Sultan sistemleştirmiştir. Bektaşilikte hiç evlenmemeyi (mücerret babalığı) ve kendini
tamamen dine verme geleneğini Balım Sultan ortaya koymuştur. Hacı Bektaş “Babaları” bu
görüşü savunurken, “Çelebiler” kolu da evlenmeyi savunmuştur.
Balım Sultan’dan sonra Hacı Bektaş’ta iki post vardır: A) Babalar, B)Çelebiler. Hacı Bektaş-ı
Veli 1270-71 yıllarında vefat ettikten sonra, Babalık postuna sırasıyla Hızır Lala, Resul Bali,
Yusuf Bali, Mürsel Bali Sultan, Cemali Sultan, Açık Hacım Sultan, Sarı İsmail Sultan
oturmuştur.
Bunlardan sonra Balım Sultan gelir. Bu postnişinlerin Hacı Bektaş-ı Veli’nin yol oğlu, Timur
Taş’tan soy takip ettiği söylenir. Timur Taş’a Hızır Lala da denir. Bektaşiliği sistemleştirip
geliştiren Balım Sultan’ın annesi bir Rum kızıdır. Olay şöyle gelişmiştir. Fatih Sultan
Mehmet, Sırbistan’ın fethi sırasında esirler arasında bir Sırp prensi ile bir de prensesi getirir.
Bunlar kardeştirler.
Fatih bu iki genci, yetiştirilmek üzere Dimetoka’da bulunan Bektaşi tekkesine gönderir. Bu
prens ve prenses Bektaşi terbiyesine göre yetişir ve Bektaşi olurlar. Bektaşilerden Sersem Ali
Baba bu sırp prensesi ile evlenir ve Balım Sultan dünyaya gelir.
Bir iddiaya göre, Sultan Beyazıt anadolu Alevilerini Şiilikten korumak için Balım Sultan’ı
Hacı Bektaş-ı Veli dergahına gönderir. Bugün, Balım Sultan Türbesi Hacı Bektaş’ta Bektaş-ı
Veli’nin türbesi ile birlikte ziyarete açıktır. Mücerret babaların kulağının kesilip küpe takıldığı
38
eşikte niyaz edilir. Bu mücerretlik küpesinin anlamı evlenmemektir. Dini ve felsefi anlamı
ise; “Terki dünya, Terki urba, Terki terek” biçiminde özetlenir.
Bu, dünya nimetlerinden uzaklaşıp kendilerini Hakka veren dervişliğin yaşam felsefesidir.
Alevilikte Hacı Bektaş-ı Veli’nin soy seceresi meselesi de önemlidir. Birçok Alevi, Hacı
Bektaş-ı Veli’nin seceresini Hz. Ali’ye kadar götürürler, bu iki din ulusunun aynı soydan
geldiğine inanırlar. Ancak, Bektaş-ı Veli’nin soy kütüğünün Hz. Ali’ye dayandırılması
mantıken mümkün görülmüyor.
Hacı Bektaş’ın soy kütüğü şöyle tespit ediliyor: Hacı Bektaş-ı Veli, Seyyid Muhammed
İbrahim Al-Sani, Seyyid Musa-ı Sanı, İbrahim Mükerrem Al Mücab İmam Musa-ı Kazım,
İmam Cafer al-Sadık, İmam Muhammed-al Bakır, İmam Zeynel-al Abidin, Ali-İmam
Hüseyin-al Şahid, İmam Emir-al Mu’minin Ali. Görüldüğü gibi, Hz. Ali ile, Bektaş-ı Veli
arasında sekiz kişi var.
Ali, Hicret’in 40. yılı ramazanının 19. günü vurulur, 21. gecesi vefat eder (61); Hasan 670’te
zehirlenerek öldürülür; HZ. Hüseyin, 680’de Kerbela’da şehit edilir; oğlu Zeynel Abidin Ali,
712’de, onun oğlu Muhammed Bakır, 732’de, Cafer-i Sadık, 705’te, Musa-ı Kazım; 799’a
vefat etmiştir.
Hacı Bektaş-ı Veli, hem Vilayet-Name’ye, hem Ariflerin Menkıbeleri’ne hem de Aşık Paşa
tarihine göre 1270-1271’de ölmüştür. Bu tarih ile, İmam Musa-ı Kazım’ın ölümü arasında
500 yılı aşkın bir zaman var. Bu kadar yıl içinde, Hacı Bektaş ile Musa-ı Kazım arasında üç
kişi görülüyor. Bu hiç mümkün değildir.(39)
Bu bakımdan, Hacı Bektaş-ı Veli’nin soy kütüğünün Hz. Ali’ye ulaştırılması, mantıken
mümkün değildir. Elde somut deliller yoktur. Olay zamanın geleneğine uygun bir düşünce
tarzı ile, Hacı Bektaş-ı Veli’yi sevip kutsal sayanlarca ona SEYİTLİK verilmek istenmesine
dayanmaktadır.*
Hacı Bektaş’ı Veli’nin; 1273 yılında vefat eden Mevlana Celaleddin-Rumi ile çağdaş
olduğunu Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri adlı eserinde belirtir. Menakıb-al-Arif’de de Hacı
Bektaş, Mevlana’nın çağdaşıdır. Ona İshak adlı dervişi yollayan da gene Mevlana’dır.(40)
Yani, Bektaş-ı Veli’nin bu yıllarda yaşadığı kesindir. Soy kütüğünde hayal unsuru ağır
basmaktadır. Aynı eserde, Nurettin Hoca, Hacı Bektaş’ın şeriat buyruklarına uymadığını
Mevlana’ya anlatır. Aşık Paşa Tarihi adlı eserde de, Aşık Paşazade, Hacı Bektaş’ın
Osmanoğulları ile görüşmediğini, Selçuklu devrinde yaşadığını belirtir ve onun Babailerden
olduğunu açıklar.(41)
Eserde ayrıca, Hacı Bektaş’ın Selçuk İmparatorluğu aleyhine bir isyan tertiplendiği için 1240
yılında idam edilen Baba İshak’ın (kendisine inananların dilinde “Baba Resul Allah”) en ileri
gelen halifesi olduğu yer alır. Ayrıca, Hacı Bektaş-ı Veli’nin kardeşi Menteş’in Babai
İsyanı’nda öldüğü bilinen olaylardandır.
Halbuki Hacı Bektaş-ı Veli Anadolu’ya bir Yasevi dervişi olarak gelmişti. Piri ise, Hacı
Ahmet Yasevi’dir. Ahmet Yasevi, Doğu Türkistan’ın Seyran kasabasında doğmuştur. Babası
Şeyh İbrahim, annesi ise Ayşe Hatun’dur. Babası sonradan Yesi kasabasına yerleşir. Yesi,
Oğuz Han’ın hükümet merkezidir. Bugün buraya Türkistan denir. Şeyh Ahmet, bu kasaba
39
dolayısıyla “YESEVİ” ismini almıştır. Ahmet ilk tahsilini YESİ’de yapar. Sonra Buhara’ya
gider.
O sırada Buhara, ilk Müslüman Türk Devleti olan Karahanlıların elindedir. Ahmet Yasevi
mutasavvıflardan, Şeyh Yusuf Hemedani’den ders alır. onun halifeliğini kazandıktan sonra,
tüccar olarak Yesi şehrine gelir. Kısa zamanda binlerce müridi olan büyük bir tekke kurar.
Hoca Ahmet Yasevi’den Türkistan’da, doksan dokuz bin pirin piri olarak bahsedilir. Yani
Hoca Ahmet Yasevi, pirler piridir.
Lokman Parende, bu doksan dokuz bin pirin piri Hacı Ahmet Yasevi’nin halifesidir. Hacı
Bektaş-ı Veli de Lokman Parende’nin halifesi olarak Anadolu’ya gelir.
Ahmet Yasevi müridlerine tarikatını anlatmak için Türkçe olarak ahlaki ve tasavvufi şiirler
yazar. En önemli eseri Divan-ı Hikmet’tir.(42)
Hacı Ahmet Yasevi, kaynaklara göre, Hicri 562’de (1166-1167) 120 yaşında vefat etmiştir.
Mezarını Timurlenk yaptırmıştır. Anadolu’ya Lokman Parende’nin halifesi, müridi olarak
gelen Hacı Bektaş-ı Veli tasavvuf erbabıdır ama, Yesevi’dir.
Yesevilik ise Türkistan’da Müslümanlığı kabul eden ve tasevuf inançlarını izleyen bir
tarikattır. Bir başka deyişle Hacı Bektaş-ı Veli Anadolu’ya ayağını bastığında bir Yasevi
dervişidir. Fakat ne olur, ne biter çok kesin bilinmez. Hacı Bektaş-ı Veli, Anadolu’da
Aleviliğin en büyük piri olur. Burası çok önemli ve üzerinde durup düşünülmesi gereken bir
konudur. Birçok araştırmacı bunun hikmetinin Anadolu’da olduğunu belirtir.
Biz de bu noktada biraz durup o yıllarda Anadolu’da ne olup bittiğine kısaca bir göz atacağız.
Hacı Bektaş-ı Veli’nin Anadolu’ya geldiği yıllarda Anadolu’da halkın çok huzursuz olduğunu
Selçuklu yönetimine defalarca başkaldırdığını biliyoruz. Burada, önce bu toplamsal
başkaldırılara kısa bir göz atacak, sonra da eski Anadolu inançları, Anadolu halkının
İslamiytei kabul biçimi gibi konulara geçeceğiz.
BABAİLİK OLAYI VE ANADOLU Kaynaklar, Anadolu’da Selçuklu saltanatına bir
başkaldırı niteliğnide olan “Babai İsyanı”nın önderinin Baba İshak adıl bir Alevi derviş
olduğunu yazar. Baba İshak’ın XIII. yüzyılda Horasan’dan Anadolu’ya gelen dervişlerden
olduğu anlaşılıyor. Baba İshak, etkili konuşmaları, din alanındaki derin bilgisi, militan
çalışması ve halka sevecen yaklaşımıyla kısa sürede çevresinde sayılan, sevilen, buyruğunda
gidilecek bir önder olur.
Bu başarıları nedeniyle Danişmentliler döneminde Kayseri kadısı yapılır. Çevresinde bir
örgütçü olarak çalışır. Sadece Müslümanların değil, Anadolu’da Hıristiyan halkın da
başvurduğu bir din adamı, bir adalet dağıtıcısı olur. Bu çalışmaları Anadolu’nun yerli halkı
arasında büyük yankı uyandırır. Baba İshak Hıristiyan ve Kürt halkından taraftarlar edinir,
onları tasavvuf düşünceleri doğrultusunda eğitir.
Baba ishak, Selçuklu Sultanı 1. Alaaddin Keykubat döneminde Mesudiye şeyhliğine getirilir.
Aynı doğrultuda buradaki görevinde de oldukça başarılı olur.
Bir süre sonra Mesudiye tekkesini kurar. Baba İshak’ın bundan sonra kendin ehas
düşüncelerini yaydığını görürüz. O günlerde Anadolu’da Müslümanlık, Hıristiyanlık gibi tek
tanrılı dinlerle çok tanrılı Anadolu dinleri yan yana yaşamaktadır. Fuad Köprülü, Türkistan ve
40
Horasan’dan sonra Anadolu’da yaygınlaşan Yasevilik hakkında şöyle yazıyor: “Horasan
Melamiliği ile Doğu Türkistan ve Seyhun bölgesindeki Şii akınların etkisi altında oldukça
geniş ve serbest bir tasavvuf felsefesine sahip düşünce akımıdır.(43)
Baba İshak, İslamiyeti kabul etmiştir. Kendisi Müslüman’dır ve anı zamanda din bilginidir.
Fakat, İslamiyeti olduğu gibi kabul etmez. Zaten Türkler, İslamiyeti Emevilerin Türk illerinde
giriştikleri zulüm sırasında tanımışlardır. Emevilere düşman olan Türkler İslamiyeti kabul
ettiklerinde Hz. Ali taraftarı olarak Şii, Alevi kesimde yer almışlardır.
Bir anlamda Türkmen v eKürt Aleviliği Emevi düşmanlığı sonucunda doğmuştur. Tıpkı İran
Şiiliğinin de Emevi düşmanlığı sonucunda doğduğu gibi. Türkmenler, Müslümanlığın haram
saydığı birçok şeyi kendi ananelerine ve törelerine uygun hale getirerek kabul etmişlerdir. Bir
başka deyişle, Müsülmanlığı bir reforma tabi tutmuşlardır.
Müslümanlığın haram saydığı şarabı, raksı, sazı, resim yapmayı vs. asla bırakmamışlardır.
Kadınlar ile ayrı yaşamayı da kabul etmemişler, kadını toplu meclislerden asla
çıkarmamışlardır. Türkçe’yi Arapça’ya, Acemce’ye vs. tercih etmemişler, türküleri nefesleri,
türkçe yazıp söylemeyi terk etmemişlerdir.
Yani Türkmenler ve diğer Anadolu yerli halkı Müslümanlığı kendilerine uygun hale
getirmişler, kendi kültürlerinde yoğurmuşlar, sonuç olarak da Alevi dediğimiz tarikatın
merasim, adet ve inançları oluşmuştur. Baba İshak’ın kurduğu tekkenin Anadolu’da kurulup
yayılan ilk Alevi tekkesi olduğu söylenir. Babailerin Tanrı anlayışı, İslamiyeti yorumlayışı
Sünni geleneğe göre oldukça farklıdır.
Babailer, İslamiyet içindeki hilafet olayında Ali tarafında yer almışlar, Allah-Muhammed-Ali
üçlemesini öne çıkarmışlardır. Hatta bazı kaynaklarda “Ali Allah’tır”, “Enel Hak” gibi
anlayışları savundukları da belirtilir. Babailer, islam dininin tüm ibadetlerine karış çıkarlar.
Namaz onlara halka namazını kılarlar, camiye değil tekkeye giderler. Ramazan orucunu
tutmazlar. İçki içerler, kadınları hor görmezler.
Halifeliğin, Ali soyuna verilmesini savunurlar. Ali sevgisi her şeyin başı sayılır. Babailer kızıl
başlık, kara cübbe ve üstü açık ayakkabı giyerler. Babai isyanı, Anadolu halkını katmerli
olarak sömüren, ezen ona yabancılaşan, Acem ve Arap etkisinde, Türkçe konuşmayı bile
yasaklayan bir zulüm iktidarına karşı bir halk isyanıdır.
Babai İsyanının oluşmakta olduğu günlerde sultan olan 2. Gıyasettin Keykubat içki ve av
partileri ile vakit geçirmektedir. Zaten sutanlığı da şaibelidir. Keyhüsrev, 1237 yılında kendi
suç ortakları ile birlikte, babası 1. Alaaddin Keykubat’ı zehirleyip öldürterek Selçuklu tahtına
geçmiş birisidir. Kendi yönetimi sırasında iktisadi ve toplumsal düzen oldukça bozuktur.
Köylü aç ve sefildir.
Veziri Sadettin Köpek’in işlediği siyasi cinayetler ve gayri meşru faaliyetler halkın hayatını
dayanılmaz hale getirmiştir. Babai İsyanı 1239’da, işte bu koşullada patlak vermitir. Önce
Güneydoğu Anadolu’da Hıristiyan ve Kürt halkının da desteği ile oldukça geniş bir alana
yayılan isyan, sonra Orta Anadolu’ya sıçradı. İsyanın merkezi ise büyük bir olasılıkla
Amasya’ydı.
41
Ayaklanma çok geniş bir kitlenin desteğini alır. Selçuklu ordusu birçok defa isyancıların
üstüne gider, ama her seferinde başarısız olur. Sonunda, 1240 yılında, isyanın başlamasından
yaklaşık bir yıl sonra, Baba İshak Amasya’da yakalanıp idam edilir. Selçuklu ordusunun,
Fransız askerler yardımıyla bastırdığı ayaklanma sonucunda resmi kayıtlara 4 bin olarak
geçen Türkmen kılıçtan geçzirilerek öldürülür. (Kaynak: İbni Bibi).
Savaş sonunda kalan esirler, II. Gıyasettin Keyhüsrev’e sevk edilirken ganimetler de askerler
arasında paylaşılır. 1000 kadar esirin yer aldığı kitleyi ise, Selçuklu Sultanı darağaçları
kurarak idam ettirir. Böylece, aylar boyu süren ve Selçuklu Devletini şiddetli bir şekilde
sarsan, hükümdara taç ve tahtından ümit kesecek kadar korkunç anlar yaşatan, kendisini
başkentten kaçıran isyan bastırılır.
Sultan, isyanının bastırıldığından, emin olduktan sonra Konya’ya döner ve tekrar içki alemli
eğlenceli hayatına başlar.(44)
Bu toplumsal başkaldırı yenilir, ama Anadolu’da Babailer varlıklarını sürdürürler. İşte Hacı
Bektaş-ı Veli, bu ve buna benzer sosyal olayların yaşandığı bir Anadolu’ya gelmişti. Hacı
Bektaş-ı Veli’ye mal edilen iki eser vardır. Bunlar Vilayet-Name ve Malakat.
Ancak iki eser de Hacı Bektaş-ı Veli’nin ölümünden sonra ortalama 1480-1500 yıllarında
yazılmıştır. Bektaş-ı Veli ise 1270-71’de ölmüştür. ANADOLU ALEVİLİĞİ Araştırmada şu
ana kadar yazılanlardan hareketle Anadolu’da meydana gelen Alevilik Olayı’nı tek kaynakta
izah etmek mümkün görülmüyor.
Ana halkalarda toplarsak, Anadolu Aleviliği’nin üç kaynağından söz edilebilir: Birincisi,
İslamiyet içindeki hilafet meselesinde ortaya çıkan olaylardır. Hz. Ali’nin, Hz. Muhammed’in
ölümünden sonra, halefi olduğu halde halife seçilmemesi, İslamiyeti daha sonra benimsemiş
Türkler arasında da derin izler bırakmıştır.
Bu meseleyi mümkün mertebe açık bir şekilde, hem de çoğunlukla Sünni kaynaklardan
aldığım bilgilerle okuyucuya vermeye çalıştım. Buradaki haksızlık çok açık. Hz. Ali, Hz.
Peygamber’in en yakını ve kendisi ile birlikte Müslüman olan Hz. Hatice’den sonra
Müslüman olan kişi. Hz. Peygamber sağlığında çeşitli hadislerinde ve çeşitli toplantılarda
hatta Veda Haccında, halifesi olarak Hz. Ali’yi düşündüğünü açıkça ortaya koymuştur. Buna
rağmen Hz. Peygamber’in cenazesi kaldırılmadan, Ebubekir, Osman ve Ömer hilafet
meselesini bir oldu bittiye getirerek çözüyorlar.
Ama aslında çözemiyorlar. Bu sorunun tam 1300 yıldır bir ihtilaf kaynağı olarak sürmesinden
de bellidir. Çünkü, halife olmak dini açıdan çok, elde edilen toplumsal güç açısından
önemlidir. Bu çerçevede gündeme gelen aslında iktidar meselesidir ve Hz. Ali’nin temsil
ettiği kesim ilk raundda iktidarı kaybeder. İslamiyet, böylece birçok dinde olduğu gibi daha
baştan amacından farklı bir uygulama içine sokulur.
Hz. Muhammed’in yerine kimin geçeceği sorunu daha serin kanlı, katılımcı bir tarzda
çözülebilecekken, işin içine hırs girer ve iş çığrından çıkar; ideal İslami amaçlar yerini saray
entrikalarına bırakır. Yanlış atılan bu adım, yapılan bu ilk haksız uygulama suya atılan ilk
taşın yol açtığı dalgalar gibi İslamiyetin yayılması ile birlikte yayılır.
Bu dalgalar Anadolu toprağına da ulaşır. Anadolu’da yaşayan eski halklar ve Türkler
İslamiyet ile Emeviler döneminde tanışırlar. Eski Anadolu halkları ve Türkmenler
42
Emeviler’in Arap ırkçılığını ve İslam şövenizmini temel alan yaklaşımından rahatsız olurlar.
Çünkü Emeviler, Araplar dışında Müslüman olan toplumlara hor gözle bakarlar. Asıl
Müslümanın kendileri olduğunu kabul ederler. Kendilerinin 1. sınıf Müslüman diğer halkların
2. sınıf Müslüman, “Mevali Müslüman” Arap olmayan Müslüman olduklarını söylerler.
Türkler İslamlığı IX. yüzyılda kabul ederler. Anadolu’ya ise, XI. yüzyıldan itibaren çeşitli
göçlerle geldikleri bilinir.
1071’de ise, Alpaslan komutasındaki Türk ordusu ile Romen Diogen komutasındaki Bizans
ordusu savaşır ve Türkler “Malazgirt Zaferi” olarak nitelenen savaş ile Doğu Anadolu’ya
girerler. Tabii ki, Türklerden önce Anadolu boş değildi. Anadolu 10 bin yıllık bir tarih
esahiptir. 1071 Anadolu Medeniyetleri tarihinde, yakın bir tarih sayılır.
Türkler Anadolu’nun son konuklarıdır. Onlardan önce 10.000 yıllık Anadolu medeniyetleri
inkar edilemez. Çünkü bu tarih de Anadolu insanlarının tarihidir. Tıpkı Orta Asya gibi,
Mezopotamya gibi. İşte bu göçler ve başka kanallarla Anadolu’ya giren İslamiyet, kendisiyle
birlikte, Hz. ali’ye yapılan ve yukarıda sözünü ettiğimiz ilk haksızlığı da beraberinde getirir.
Bu haksızlık, dediğimiz gibi Anadolu Aleviliğinin oluşmasındaki üç kaynaktan biridir. Şimdi
diğer kaynaklara geçebiliriz.
Anadolu Aleviliğinin oluşumundaki ikinci etken, bence, Türkistan ve İran gibi doğu din ve
kültürlerinden gelen etkidir. Çünkü, göç yolları ile ve diğer yollarla Anadolu’ya gelen
Türkmenler ya İslam olmuşlardı ya da İslamiyetten önceki çok tanrılı doğu dinlerinin etkisi
altında idiler:Şamanizm, Zerdüşt, Budha, Maniheizm, Hıristiyanlık öncesi çok tanrılı doğu
dinleri, Taoizm v.s. Doğudan, Türkistan’dan gelen Türkmenlerin kendi kültür miraslarını vs.
birlikte getirmemeleri mümkün değildir.
Bu izleri bugün bile görüyoruz. Bizdeki tasavvuf inancı ile Budha inancı arasında benzerlik
olduğu kuşkusuzdur. Maniheizm ile Alevilik arasındaki inanç benzerlikleri de hemen görülür.
Şaman dininden gelen Güneş’e, Ay’a, yüksek tepelere, suya, ateşe tapınma vs. bugün
Anadolu’da Sünni ve Alevi halk arasında hala yaşıyor.
Türklerin Orta Asya ve Maveraünnehir’de İslamiyeti tanımalarından sonra büyük Türk
mutasavvıfı Hoca Ahmet Yasevi tasavvuf inancı yanında İslamiyeti de kabul eder. Ama
tarikatını, tekkesini kapatmaz. Sadece Cami’yi kabul eder, diğerlerini benimsemez. Halbuki
İslamiyet’te Tanrı’dan başka bir varlığa tapınmak yasaktır.
Bu, puta tapmaya girer. Ama Türkmenlerde yüksek tepelere, sulara, ulu ağaçlara, yatırlara
kurban kesilir, ip bağlanır, lokma yapılır, ateş yakılır. Ateş yakılan ocaklar kutsal sayılır. Suyu
kirletmek günah sayılır vs.s. Yani, Türkler İslamiyeti kabul ederler ama, daha önceki kültür
miraslarını, inançlarını terk etmezler.
İslamiyeti enimseseler de eski inançlarından vazgeçmezler. İşte Anadolu’ya gelen
Türkmenler’in ve diğer halkların getirdikleri inanç sistemleri ve kültürleri de, kanımca
Anadolu Aleviliğinin ikinci kaynağını oluşturmaktadır. Nihayet üçüncü kaynak da, Eski
Anadolu din, inanç ve kültür mirasıdır. Üzerinde yaşadığımız toprakların 10.000 yıllık tarihi,
Anadolu medeniyetleri tarihidir. Anadolu’da 1200 yıllarında oluşan ve Anadolu dışında
birçok kültürün ve dinin izlerini taşıyan Anadolu Aleviliğinin, 10.000 yıllık Anadolu
medeniyetleri tarihinden bir şey almadığını söylemek mümkün değildir.
43
Nitekim, bugün Anadolu Aleviliği’nde gördüğümüz birçok inancın izlerini çok tanrılı
Anadolu dinlerinde, hatta Hıristiyanlıkta görüyoruz. Bektaşiliğin kurucusu sayılan, Hacı
Bektaş-ı Veli ve Kadıncı Ana arasındaki ilişki, İsa-Tanrı ve Meryem Ana arasındaki ilişkiyi
anımsatmıyor mu? Cem ayinlerinde kutsal sayılan ve “dem” kabul edilen şarabın
Hıristiyanlar’da da kutsal sayılıp kilisedeki ayin sonunda ekmeğin ona batırılıp yenmesi ve
Noel’de Hz. İsa ruhuna şarap içilmesi arasında bir ilişki kurulamaz mı? Gene; Hz. İsa ve 12
havarisi, Hz. Ali ve 12 İmamlar olayı rastgele bir benzerlik midir acaba?Üstelik bunlara
benzer daha yüzlerce örnek verilebilir.
Örneğin, şarabın Orta Anadolu’da kurulmuş Frigya, Lidya medeniyetlerinde olduğu gibi, aynı
bölgede gelişen Bektaşilik’te de kutsal olmasına ne demeli? Bunlardan Anadolu Alevileri’nin
büyük çoğunluğunun, Müslümanlığı sonradan benimsemiş Anadolu halkları olduğu sonucu
çıkmaktadır. Bunların Müslümanlığa ve Bektaşiliğe eski inançlarnı da taşımaları çok doğaldır.
Aleviliği Anadolulaştıran en büyük etmen de budur.
Doğan Avcıoğlu bu gelişmeyi şöyle izah ediyor: “Hacı Bektaş ve halifeleri, İslami çerçevede,
Anadolu Hıristiyanlarının inançlarıyla, Orta Asya geleneklerini bağdaştırarak, Ortodoks
İslama uzak düşen göçebeleri ve köylüleri saflarına toplarlar.”(45)
Alevilik olayına salt dinsel bir bölünme gözü ile bakmamak lazım. O bir yanı ile dinsel
olmaktan çok toplumsaldır. Ama salt toplumsal siyasalbir akım olarak ele almak da yeterli
değildir. Çünkü güçlü bir dinsel yanı da vardır. İslamiyet içinde hilafet meselesindeki
haksızlığa ilk karşı koyanlar Araplar oldu. Bu karşı koyuş islamiyetle birlikte yayıldı. İran’a
gitti, Şiilik oluştu. Pakistan’da bu kaynaktan beslenen İsmailiye Mezhebi hala yaşıyor.
Afganistan’da Şii veya İsmailiye Mezhebi hayli yaygındır. İslamiyet içindeki bu akım
Mısır’da Fatımi devletini doğurdu. Ve hala da günümüzde gerek İran’da Humeyni
önderliğinde, gerekse Ortadoğu ve Arap ülkelerinde yaşıyor. Ama bunların hiçbiri Anadolu
Aleviliği ile aynı şeyi ifade etmez. Anadolu Aleviliğinin adı geçen bu Şia akımlarla Hz. Ali ve
Ehlibeytine olan saygı ve sevgi dışında ortak bir yanı yoktur. Anadolu Aleviliği bir yaşam
biçimidir.
Anadolu’da Alevilik bir kültür olayıdır. Bir kimlik meselesidir. O dinsel olmaktan çok, ırksal
olmaktan çok, toplumsal bir akımdır. Bir hayat felsefesidir. Anadolu Aleviliği, Ali ve
Ehlibeyt sevgisini, insan sevgisini, kardeşliği, hakça bölüşümü, eşitliği, her türlü toplumsal
haksızlığa karşı olmayı kendine ilke edinmiş bir dünya görüşüdür. Bugün çağdaş demokratik
teorilerin aradığı erdemleri Alevilik 700 yıldan beri Anadolu’da her türlü bağnazlığa karşı
yılmadan mücadele vererek sürdürmektedir.
Doğuşta toplumsal temelli, ama dinsel bir muhalefet olan Şia hareketi, Anadolu’da toplumsal
yanı ağır basan, bir yaşam felsefesine bir siyasal muhalefet hareketine dönüşmüştür. Alevilik
bu özelliğini, yaşadığı tarihsel-toplumsal sürece borçludur. BEKTAŞİLİK VE YENİÇERİ
OCAĞI Osmanlı devleti ilk kurulduğu yıllarda koyu Sünni bir İmparatorluk değildi.
İmparatorluğun ilk yıllarında azınlıklara ve başka dinden olanlara daha büyük bir hoşgörü ile
bakıldığı kaynaklardan anlaşılmaktadır.
Hatta ilk üç padişahın; Osman Gazi, Orhan Gazi ve 1. Murat’ın, Ahi-Bektaşi inançlı
olduklarını bazı kaynaklar yazar. Orhan Gazi’nin Yeniçeri Ocağı’nı 1363 yılında Bektaşi
tekkesinin duasını aldıktan sora gerçekleştirdiği bilinir. Bu olay şöyle gelişmiştir:
44
Bektaşilikle yakından ilgilenen sempati duyan bir padişah olan Orhan Gazi devşirme
çocuklardan (Hıristiyan v.s.) kurulu orduya kutsal bir özellik vermek için, bunlardan bir grubu
alarak Hacı Bektaş-ı Veli türbesinin bulunduğu Sulucakaracahöyük’e gider Dergahı ziyaret
eden Orhan Gazi, orada bulunan Pir’e, “Pir hazretleri, yeni kurduğum ocak için sizden hayır
duası almaya geldim” diyerek, Hıristiyan çocuklarını gösterir Hacı Bektaş’taki Pir, elini
çocuklardan birinin başına koyarak: “Bunların adı yeniçeri (yeni asker) olsun. Cenabı Hak
yüreklerini ak, pazularını kuvvetli, kılıçlarını keskin, oklarını tehlikeli, kendilerini daima galip
buyursun” diye dua eder.(46)
Böylece, Yeniçeri Ocağı’nın isim babası Bektaşi piri olur. Yeniçeriler pirleri olarak Hacı
Bektaş-ı Veli’yi tanırlar. Yeniçeriler kendilerine Bektaşiyan, ağalarına da “Ağai Bektaşiyan”
adını verirler. Daha sonra Hacı Bektaş Pir evinden kutsal bir kazan alınır, Yeniçeri Ocağı’na
götürülür.
Bu kazan sonraki yıllarda, yeniçerilerin çeşitli haksızlıklara tepki olarak “kaldırdıkları”
kazandır. Yeniçeri duası ise şöyledir.(47)
“Allah Allah, illallah, baş uryan, sine püryan... Kulluğumuz padişaha ayan; üçler, beşler,
yediler, kırklar, gül-bang-ı Muhammed, nur-u Nebi, Kerem-i Ali pirimiz, Sultanımız Hünkar
Hacı Bektaşı Veli demine devranına Hu diyelim, Huuuu...” Bektaşilerin taktığı Bektaşi Tacı
on iki dilimli beyaz bir külahtır. On iki dilim, On İki İmamı temsil eder. Bektaşi babalarının
taçları, yeşil renkli bir sarıkla sarılır.
Taçta ayrıca Taylaşan adı verilen bir şerit bulunur. Bazı kaynaklarda Yeniçeri Ocağı’nı bizzat
Hacı Bektaş-ı Veli’nin kurduğu belirtilirse de bu doğru değildir. Çünkü Hacı Bektaş-ı Veli
1270-71 yıllarında vefat etmiştir. Yeniçeri Ocağı ise, 1363’te yani Hacı Bektaş-ı Veli’nin
ölümünden yaklaşık 90 yıl sonra kurulmuştur. Orhan Gazi’den sonra, I. Murat da Bektaşiliğe
ve Yeniçeri Ocağı’na hoşgörü ile yaklaşmıştır.
Hacı Bektaş-ı Veli türbesini ilk olarak 1. Murat inşa etmiştir. 2. Beyazıt ise daha sonra türbeyi
onarmıştır. Osmanlı yönetimi, Yavuz Sultan selim dönemine kadar Yeniçeri Ocağı’yla
Anadolu Alevilerine ve Bektaşilerine hoşgörü ile baktı. Osmanlı sarayının katı bir Sünniliğe
yönelmesi, tutuculaşması, Alevi ve Bektaşi düşmanı kesilmesi Yavuz dönemine rastlar. Bu
olayda Anadolu’da hızla güçlenen Şii Safevi devletininde rolü vardır. Şii Safevi devleti bir
dönem boyunca Anadolu’da Osmanlı için büyük tehlike olmuştur.
Osmanlı bu tehlikeye karşı Sünni İslama sıkı sıkıya sarılır, bu akımı kendisi için kurtuluş
sayar. Yavuz, bu uğurda bazı göz boyama eylemlerine de girişir. Örneğin, Yeniçeri Ocağı’nı
Safevi tehlikesine karşı güya korumak için kendisini de Yeniçerilere Bektaşi gibi gösterir.
Kulağını deldirerek Balım Sultan küpesi (Menkuş) takar. Şimdi kısaca Ahilik hakkında biraz
bilgi verelim: Ahilik, Karahanlılar devleti zamanından beri Türk esnaf ve işçilerini içine alan
tasavvufi bir tarikattır. Ahiliği Avrupa lonca sisteminin Türklerdeki karşılığı olarak da
gösterebiliriz. Ahilik kadar iş terbiyesinde rol oynayan başka bir tarikat yoktur. Ahiler,
ekonomik gelişmede disiplinli ve planlı çalışmayı temel almışlardır.
Anadolu Ahilerinin piri Ahi Evren Veli’dir. Kendisi Horasan erenlerindendir. Bu ulu kişi
Türk sanat kesiminin piridir. Kırşehir’de bulunan ve 1278 tarihini taşıyan bir vakıf belgesine
göre, Ahi Evren XIII. yüzyılın ilk yarısında doğmuş ve XIV. yüzyılın başlarında da ölmüştür.
Evren kelimesi ejderha (yılan) anlamına gelir. Yılan Türklerde edebi hayatın sembolü olarak
45
kabul edilir. Ahi Anayasasında, “Tanrı’ya ulaşmak, insanın tamamen kemale ermesi ile
mümkündür” diye yazılıdır. Adam öldürenler, kasaplar, hırsızlar, zina edenler Ahiliğe kabul
edilmez.
Hacı Bektaş-ı Veli’nin Anadolu’ya geldiği yıllar Ahiler oldukça yaygındır. Zaten Ahilik,
Bektaşiliğe yakın bir tasavvuf tarikatıdır. Osmanlı Sultanlarından Osman Gazi, Orhan Gazi ve
1. Murat’ın Ahi-Bektaşi eğilimli olduğunu belirtmiştim. Ayağı da diğer Osmanlı
padişahlarının mensup oldukları tarikatleri E.B. Şapolyo şöyle veriyorBild entfernt.48)
Osmanlı Padişahlarının Mensup Oldukları Tarikatlar:
1-Sultan Osmanı Gazi -Ahi Tarikatı
2-Sultan Orhan Gazi -Ahi tarikatı
3-Sultan Murad-ı Hüdavendigar -Ahi tarikatı
4-Sultan Yıldırım Bayezid -Zeyniyye tarikatı
5-Çelebi Sultan Mehmet -Zeyniyye tarikatı
6-Sultan İkinci Murat -Bayramiyye tarikatı
7-Sultan Fatih Mehmet -Bayramiyye tarikatı
8-Sultan Bayezıd Veli -Cemaliyye tarikatı (Bektaşi olduğu da belirtiliyor)
9-Sultan Yavuz Selim -Sünbüliyye tarikatı
10-Sultan Kanuni Süleyman -Cemaliyye tarikatı
11-Sultan Sarı Selim -Halvetiyye tarikatı
12-Sultan Üçüncü Murat -Uşakiyye tarikatı
13-Sultan Üçüncü Mehmet -Halvetiyye tarikatı
14-Sultan Birinci Ahmet -Celvetiyye tarikatı
15-Sultan Birinci Mustafa -Celvetiyye tarikatı
16-Sultan Genç Osman -Celvetiyye tarikatı
17-Sultan Dördüncü Murad -Celvetiyye tarikatı
18-Sultan Birinci İbrahim -Halvetiyye tarikatı
19-Sultan Avcı Mehmet -Halvetiyye tarikatı
20-Sultan İkinci Süleyman -Halvetiyye tarikatı
21-Sultan İkinci Ahmet -Halvetiyye tarikatı
22-Sultan İkinci Mustafa -Halvetiyye tarikatı
23-Sultan Üçüncü Ahmet -Cerahiyye tarikatı
24-Sultan Birinci Mahmut -Halvetiyye tarikatı
26-Sultan Üçüncü Mustafa -Cerrahiyye tarikatı
27-Sultan Birinci Abdülhamit -Nakşibendiyye tarikatı
28-Sultan Üçüncü Selim -Mevlevi tarikatı
29-Sultan Dördüncü Mustafa -Nakşibendiyye tarikatı
30-Sultan İkinci Mahmut -Cerrahiye tarikatı
31-Sultan Abdülmecit -Cerrahiyye tarikatı
32-Sultan Abdülaziz -Bektaşı tarikatı
33-Sultan Beşinci Murat -Bahaiyye tarikatı (Mason)
34-Sultan İkinci Abdülhamit -Şazeliyye tarikatı
35-Sultan Mehmet Reşat -Mevlevi tarikatı
36-Sultan Mehmet Vahdettin - YENİÇERİ OCAĞININ KALDIRILMASI VE YENİÇERİ-
BEKTAŞİ KATLİAMI Osmanlı Sarayı’nın Kapıkulu Ocakları’nı yeniçeriler meydana
getirirdi.
Bunlar padişahın hassa askeri sayılırdı. Padişah sefere çıktığı zaman yeniçeriler onun
maiyetinde olurdu. Yeniçeri Ocağı, Pencik Kanunu denilen kanuna göre kurulmuştur.
46
Hıristiyan çocukların devşirme usulü ile seçilip eğitilmeleri sonucunda oluşturulur, savaşlarda
merkezde bulunurdu. Yeniçeriler hiç evlenmezler, Türklerle de ilişki kurmazlardı. Hacı
Bektaş dergahında bulunan baba vefat edince, yerine geçen yeni baba İstanbul’a gelirdi.
Bu babayı Bektaşi Ocağı’nabağlı olan yeniçeriler karşılayarak bir alay meydana getirirler ve
onu ağa kapısına götürürlerdi. Yeniçeriler ağası on iki dilimli tacı yeni babanın başına
geçirirdi. Buradan da alay babayı Bab-ı Ali’ye götürürdü. Yeniçeriler kendilerine, “Taife-i
Bektaşiyan” derlerdi. XVII. yüzyılda Yeniçeri Ocağı ile saray arasında çeşitli ihtilaflar ortaya
çıktı. İlk Islahatçı padişah olarak bilinen Genç Osman’ın yeniçeriler tarafından öldürülmesi bu
ihtilafın sonuçlarından biriydi.(49)
Yeniçeriler; XVII. yüzyıldan sonra öyle büyük bir güç oluşturmuşlardı ki, istemedikleri
padişahı, sadrazamı tahttan indirebiliyorlardı. Yeniçerilerin kazan kaldırması uzun bir dönem
boyunca yönetim için en tehlikeli olaylardan biriydi. Osmanlı kendini yenilemek ve Batılı
tarzda bir ordu oluşturmak için Yeniçeri Ocağı’na çeki düzen vermek istiyordu.
Bu işe ilk olarak Sultan II. Mahmud teşebbüs eder; Yeniçeri Ocağı’nı tasfiye edip, yerine,
Sekban-ı Cedid dediği askeri ocağı kurmak ister. Ancak yeniçeriler isyan ederek bu ocağı
kapattırırlar. Bu arada Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa da öldürülür.
Bunun üzerine II. Mahmud yeniçerilele uzlaşarak onların da onayı ile Eşkinci Ocağı’nı kurar.
Fakat bir süre sonra yeni bir anlaşmazlık doğar ve yeniçeriler bir kez daha ayaklanırlar.
Yeniçeriler, gruplar halinde Etmeydanı’nda toplanırlar. Eşkinci Ocağı’nın ileri gleenlerinden
olan Kol Kethüdası Hasan Ağa’yı da çağırırlar. İsyan hızla gelişir.
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasına Bektaşi babaları da karşı çıkar ve ayaklanmayı desteklerler.
Sadrazam, isyanı duyunca padişaha haber verir. İsyanı bastırmak için, Ağa Hüseyin Paşa ile
Kara Cehennem gönderilir.
Ayaklananların üstüne birlikler yürür. Teslim olmaları istendiği halde Yeniçeri kışlalarına ateş
edilir. Kışlalar top ateşine tutulur. İçeride bulunan yeniçeriler paramparça olur, cesetleri
havada uçuşur. Bu da yetmezmiş gibi kışlalar ateşe verilip yakılır.
Dışarıda kalan yeniçeriler de kılıçtan geçirilir. Beş yüz yıllık Yeniçeri Ocağı dört-beş saat
içinde yanıp kül olur. Yakalanan yeniçeriler ise derhal olay yerinde idam edilir. Yeniçerilere
yardım eden tarikat mensubu Bektaşi babaları yakalanır, hapsedilir. İsyanın bastırılmasından
sonra Yeniçeri Ocağı 1826 yılında II. Mahmud’un bir fermanı ile kapatılır.
Yerine, Asakir-i Mansure-i Muhammediye adlı askeri ocak kurulur. II. Mahmud, Yeniçeri
Ocağı’nın ayaklanmasını destekleyen Bektaşilere çok hiddetlenir. Derhal Şeyhülislamdan
onların cezalandırılmaları için fetva çıkartır. istanbul’da son 0 yıl içinde kurulan 100 kadar
Bektaşi tekkesi ateşe verilerek yakılır. İçlerinde bulunan tüm el yazması eserler de yanıp kül
olur.(50)
Bektaşi babalarının çoğu sürgün edilir. Darphane, tekkelerden, türbelerden toplanıp
hapsedilen Bektaşilerle dolar. İleri gelen Bektaşilerden Kıncı Baba, kadılardan İstanbul
Ağasızade Ahmet Efendi ve Haceğandan Salih Efendi yakalanarak Tophane’ye hücreye
atılırlar.
47
Sünni tarikat şeyhleri ve ulema Bektaşiler hakkında karar vermek için Babussaade Camisi’nde
toplanır. şeyhülislamın, görüşlerini sorması üzerine hep birlikte şöyle derler: “...İslamın
şartlarına riayet etmedikleri, namaz ve oruç tutmadıkları, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve
Osman’a ağır sözler söyledikleri için katlleri vaciptir.(51)
Bunun üstüne, tekkelerin yakılıp yıkılmasına karar verildi. Ayrıca, Kıncı baba’nın
Üsküdar’da, İstanbul Ağasızade Ahmet Efendi’nin Tophane’de, Salih Efendi’nin ise Bab-ı
Hümayun’un önünde idam edilmelerine karar verilir ve uygulanır.
Diğer Bektaşi dedeleri de ya Anadolu ve Trakya’ya sürgün edilir, ya da hapisle cezalandırılır.
İstanbul Bektaşi dergahları yıkıldıktan sonra Rumeli dergahlarını yıkmak için Hacı Ali Bey ve
Pirtepeli Ahmet Efendi görevlendirilir. Anadolu ekkelerini yıkmak için de Cebecibaşı Ali Ağa
ve Müderris Çerkesli Mehmet Efendi Padişah buyruğu ile Anadolu’ya gönderilir. Tüm
dergahların mal varlığına el konulur. Bektaşi tarihçi Şamzade Ataullah Efendi ise Tire’ye
sürülür.(52)
Bektaşiler, böylece bütün yurtta sindirilir. Bir müddet sonra Rumeli’de Esat Baba ayaklanır,
fakat yakalanarak Aksaray’da idam edilir. Bunu diğer ayaklanmalar ve idamlar takip eder. II.
Mahmud, bu katliamlarla da yetinmez.
Hacı Bektaş’taki Pir Evini de ıslah edip yola getirmek için Hacı Bektaş postuna, postnişin
olarak Nakşibendi tarikatı şeyhlerinden Mehmet Sait Efendi’yi tayin eder. Pir Evi’ne cami
yaptırır. Nakşi şeyhlerinin bu yolla Bektaşileri ehli sünnet yoluna getireceklerine
inanılmaktadır. Fakat bütün bu çabalar boşa çıkar.
II. Mahmud’un ölümünden sonra, Halil Revnaki Baba, Merdivenköy Bektaşi Dergahını açar.
bunu, Rumelihisarı’nda Nail Baba ve Çamlıca dergahlarının açılışları izler.* Bektaşilerin katli
hakkında fetva şöyledirBild entfernt.53)
“Müslim namına olan Zeydi Meşihat iddiasında olup eldad ve zindika itikadında olduğunu
izhar ve bu veçhile dai-ül fesat olduğu şeran sabit olsa Zeydi’in Emrül-ulelemir ile siyasetten
katli meşru mudur? -Elcevap:Allahı alem vaciptir.
Bu suretle zeyd veche muharrer üzre elhad ve zindika ile ahz olunduktan sonra tövbesi
makbul olur mu? -Elcevap:Allahı alem olmaz, belki katl olunur. Sahir ve Sai bifesad olan
zeyd Kablet tövbe ahz olunca Zeyd’e ne lazım olur? -Elcevap: Allah alem katl olunur.
Ketebei Fakir Kadızade Mehmet Tahir OSMANLI’DA AYAKLANMALAR VE ALEVİLİK
Anadolu’da Osmanlı yönetiminin haksız uygulamalarına karşı çeşitli zamanlarda ve değişik
boyutlarda toplumsal ayaklanmalar olmuştur.
Çoğu Alevi kaynaklı olan bu ayaklanmalar ilk bakışta tümüyle dinsel nitelikliydi. Fakat
aslında bunların hiçbiri salt dinsel başkaldırılar değildi. Hatta hemen hemen tümü sosyoekonomik
sebeplerden kaynaklanıyordu. F. Engels’in, Alman köylü savaşları için yaptığı şu
tespitler, Osmanlı’daki köylü ayaklanmaları için de geçerlidir.
“On altıncı yüzyılın dini sayılan savaşları bile öncelikle maddi sınıf çıkarlarıyla ilgiliydi;
İngiltere ve Fransa’nın sonraki iç çatışmaları gibi onlar da sınıf savaşıydılar. Gerçi o günlerin
sınıf çatışmaları dini parolalarla sürdürülüyordu. Çeşitli sınıfların çıkarları, istekleri, dini bir
perdenin ardında gizliydi, ama bütün bunlar sorunun özünü değiştirmez ve o zamanın
koşullarıyla kolayca açıklanır.(54)
48
İşte, Anadolu’da XVI. yüzyıl başlarında görünürde dinsel nitelikli olan ve Alevi dedelerinin
önderliğinde gerçekleşen ayaklanmalar da Osmanlı’nın toplumsal haksızlıklarına karşı birer
köylü başkaldırısıdır.
Bunlardan bazıları şunlardır:Babailer isyanı; Şah Kulu, Bozoklu Celal, Sülünoğlu, Begçe Bey,
Veli Halife, Kalender Çelebi İsyanları, Pir Sultan Olayı ve Şeyh Bedrettin İsyanı v.b. Bu
ayaklanmaların çoğunun XIII. yüzyılda Babai hareketi ile aynı bölgede meydana geldiği
düşünülürse, Anadolu Alevilerinin bu toplumsal haksızlığa karşı aynı zamanda bir siyasal
egemenlik kavgası verdikleri kolayca anlaşılabilir. Osmanlı’da görülen bu ayaklanmalarla
ilgili tarihçi Prof. Dr. Faruk Sümer şöyle yazıyor: “Bu ayaklanmalar, mezhebi mahiyette gibi
görünüyorlarsa da, yukarıdaki hadiselerden de anlaşılacağı gibi gerçekte iktisadi sebeplerle
ilgilidir.(55)
Faruk Sümer, daha sonra şöyle diyor: “...Sünni olsun, Şii olsun Türke artık yalnız çiftçilik
yapmak düşüyordu.” Çünkü, ayaklanmalar birer köylü ayaklanması idi ve yalnızca Alevi
köylüler değil, Sünni köylüler de eziliyordu. Adı geçen isyanlar için bir başka tarihçimiz de
şöyle yazıyor: “Dini şekillerde ortaya çıkan Anadolu isyanları her şeyden evvel işte bu milli
felaketlerin pek tabii bir takım Aksül’amelleri demektir.(56)
Osmanlı, adaletsiz uygulamaların üstüne gidip düzelteceği yerde, adalet isteyenleri ezmeyi
tercih etmiş, bu amaçla Alevilerin karşısına mezhepçilik yaparak Sünniliği örgütlemiştir.
Yavuz Sultan selim, Şiiliğin ehli sünnet mezhebi olmadığını ulema aracılığıyla halka telkin
etmeye çalışmış. Bu konuda; Saru Görez namı ile bilinen ünlü müftü Hamza Nurettin’e şu
fetvayı verdirtmiştir.
Fetva özetle şöyledir: “Kızılbaş taifesi kafirdir, öldürülmesi vacip ve farz’dır. Hatta
öldürülenlerin ileri gelenlerinin, malları, kadınları, çocukları öldürenlerin kısmetidir.”
Mustafa Akdağ da, kitabında Anadolu’daki Celali İsyanı diye nitelenen ayaklanmalarını
toplumsal içerikli başkaldırılar olduğunu yazar.(57)
Aynı konuda, İktisat tarihçisi Ord. Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan işe şöyle diyor: “Osmanlı
İmparatorluğu’nda çeşitli tarihlerde iskan amacı ile v.s. sürgün edilen kitlenin çoğunu adi
suçlular teşkil ediyordu. Kızılbaşlık da bu adi suçlar arasında sayılıp sürgün nedeni oluyordu”.
(58)
Cumhuriyet Dönemi ve Alevilik
ATATÜRK VE ALEVİLİK Mustafa Kemal, Anadolu’da Kurtuluş Savaşı’nı örgütlerken
Alevilerin desteğini almadan edemeyeceğini biliyordu. Çünkü Anadolu Alevileri, Sünni bir
İmparatorluk olan Osmanlı yönetimine karşı 700 yıldan beri muhalif idiler. Osmanlı yönetimi,
Anadolu Alevilerinin gözünde hem Emevi-İslam geleneğini sürdüren bir yönetim, hem de
kendilerine karşı yapılan toplumsal haksızlıkların kaynağı idi.
Son Osmanlı padişahı İngiliz Emperyalizmi ile işbirliği yapmış, işgal kuvvetleri İstanbul’a ve
Anadolu’ya ancak böyle çıkabilmişti. bu nedenle Emperyalizme karşı savaş, ibirlikçi Osmanlı
padişahına ve İslam hilafetine karşı ayaklanmadan geçiyordu. Ne var ki böyle bir durumda
Müslüman-Sünni halk padişahına, dinine,halifesine karşı asla başkaldıramazdı. Bu, günahtı.
Bu, işlenecek en büyük suçtu.
49
Bu yüzden, İstanbul ve Anadolu’nun Müslüman-Sünni halkı öncelikle padişahın yanında yer
almıştı. Aleviler ise, 700 yıldan beri bu yönetime karşı mücadele veriyorlardı. Bu nedenle
padişaha, hilafete ve Emperyalizme karşı savaşa girecek olan M. Kemal ve kadrosu için en
doğal güç, Rumeli ve Anadolu’daki Alevi halk idi. Milli kurtuluşçular ile Alevilerin düşmanı
ortak idi. O halde, Atatürk bu önemli gücü yanına almadan Kurtuluş Savaşı’na girişemezdi.
Nitekim o da öyle yaptı.
Erzurum -Sivas kongreleri dönüşü daha Ankara’ya gelmeden, 19 Aralık 1919 tarihinde
Kayseri’den Hacı Bektaş dergahına gitmeye karar verdi. Atatürk sayıları milyonları bulan bu
kitleyi kazanmak istiyordu. Zaten Sivas Kongresi’nde Alevi ileri gelenleri de Atatürk’ün
yanıbaşında oturuyordu. Hacı Bektaş’ta o sırada postnişin Cemalettin Efendi idi. Anadolu’da
sayıları altı milyonu(59) bulan Aleviler’in en büyükleri Cemalettin Efendi ile baba postundaki
Salih Niyazi Baba idi. Anadolu Alevileri bunların buyruğundan çıkmazdı.
Atatürk 22 Aralık 1919 günü Mucur’a elerek geceyi burada geçirir, ertesi sabah Hacı Bektaş’a
hareket eder. Çelebi Cemalettin Efendi, Atatürk’ü Beş Taşlar denilen yerde karşılar. buraya
siyah kupa bir araba ile gelen Cemalettin Efendi Atatürk’ü alarak bu arabayla konağa gelirler.
Bu karşılama çok önemli bir olaydır.
Daha önceleri, bir zamanların Ankara Valisi Sırrı Paşa, Hacı Bektaş’a ziyarete geldiği zaman
Beş Taşlar mevkiine kadar arabası ile gelir, orada arabasındaninip, yeri niyaz ettikten sonra
yürüyerek Hacıbektaş’a ulaşırmış. Gene İttihatçı Talat ve Enver Paşalar iktidara
geldiktensonra Hacı Bektaş’ı ziyaret ettikleri zaman, Çelebi bu iki devlet adamını, ancak
dergahın selamlığında karşılamıştır. Onlardan önce de Sadrazam Talat Paşa ve harbiye Nazırı
Enver Paşa’nın Hacı Bektaş’ı ziyaret ettikleri hatırlanırsa, Anadolu Alevilerinin
Meşrutiyetçiler için ne kadar önemli olduğu anlaşılır. Ancak bu ziyaretlerin öncesi de vardır.
Meşrutiyet Padişahı, Sultan Mehmet Paşa tahta çıkınca, Hacı Bektaş Çelebisi, Cemalettin
Efendi Padişahı ziyaret eder, hediyeler götürür. Arkasından I. Dünya Savaşı’nda, Bektaşi
Alayları kurulur. 1915 yılında Çelebi Cemalettin Efendi bu alay ile Kafkas cephesine gidip
savaşa katılır. Atatürk, Hacı Bektaş’ta bir gece kalır.
Çelebi Cemalettin Efendi, onu harem dairesinde misafir eder. Yenilip içilir, 24 Aralık 1919
Cuma günü de Hacı Bektaş-ı Veli türbesi ziyaret edilir. Daha sonra baba postunda oturan
Niyazi Baba’nın ziyaretine gidilir. Atatürk, Çelebi Cemalettin Efendi ve Salih Niyazi Baba ile
uzun süren özel bir görüşme yapar. Bu üç kişi dışında kimse bu toplantıda bulunmaz. Bu
görüşmede neler konuşulduğu bugün de bilinmemektedir.
Bilinen, bu görüşmeden sonra, Çelebi’nin ve Niyazi Baba’nın Atatürk’e destek sözü
vermeleridir. Böylece Aleviler, Kurtuluş Savaşı’nda Atatürk’ün en kararlı ve istekli gücünü
oluştururlar. 23 Nisan 1920’de TBMM açıldığıda, Çelebi Cemalettin Efendi Kırşehir mebusu
ve TBMM başkan vekili olarak mecliste yer alır. 1922 yılında vefat edince yerine kardeşi,
Veliyettin Efendi Çelebi olur. İkinci TBMM’nin açılışı sırasında Alevileri Cumhuriyet
hükümetini desteklemeye çağıran şu bildirideki imza, 29. Çelebi Veliyettin Efendi’ye aittir:
(60)
“Anadolu’da bulunan ecdadım Hacı Bektaş Veli Hazretlerine samimi muhabbeti olan
bilcümle muhibban ve hanedan tarafı halisanelerine: Bu milleti ihya ile itiklalimizi temin eden
vücudu alilei kaffei İslamiyana bais şeref olan Türkiye Büyük Millet Meclisi reisi celili (Gazi)
namdar Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin neşir buyurdukları beyannameleri cümlenizin
malumudur. Gazi Paşa müşarileyhin terakki ve tealii vatan hakkındaki her türlü arzularını
yerine getirmek bizlere farzı ayındır. Milletimizi kurtaracak, saadetimizi temin edecek, O’nun
efkarı saibaneleridir. Bunu inkar edenlerin bizimle katiyen münasebeti yoktur.
Tarikati aliyemizin bütün mensubinine müşarülileyh hazretlerinin gösterdiği namzetlerden
maadasına rey vermemelerini vatanımızın kurtulması bu veçhile kabil olduğunu sizlere
kemali ehemmiyetle tavsiye ederim. Bu nasihatimi amil olmayanlar bizden değildir. Hak
erenler onlara deste gir olmaz.
50
Tekrar beyan eylerim ki, bu milleti kurtaracak ancak (Gazi Mustafa Kemal Paşa)’dır. Onunla
beraber mukaddes vatanımızın has evlatlarıdır. Hiçbir ferdin sözünü dinlemeyiniz, sözümden
zerre kadar harice çıkmayınız. Sizin saadetinizi düşünenler, sizi kölelikten kurtaracak Büyük
Millet Meclisi Reisi ve cümlemizin büyüğü (Mustafa Kemal Paşa) Hazretleridir. 1339 (1923)
25 Nisan Hacı Bektaş Veli Çelebisi Veliyeddin Mühür Atatürk, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra
kurulan meclise Alevi ileri gelenlerin girmesini sağlamıştır. Dersim (Tunceli) mebusu Diyab
Ağa ve Hasan Hayri Bey bunlar arasındadır.
Alevi mebuslar, mecliste Atatürk’ün en büyük destekleyicisi olmuşlardır. Özellikle hilafetin
kaldırılması tartışmalarında çok yararlılıkları görülmüştür. Aleviler Atatürk’ü Cumhuriyet
yönetimini ve özellikle laikliği her zaman canla başla savunmuşlar, çünkü 700 yıllık Osmanlı
yönetimi onlara sürekli kuşku ile bakmış, onları her türlü kötülüğün kaynağı saymış, din ve
hilafetin düşmanı kabul etmiştir.
Cumhuriyet yönetimi onları anlamaya ve kazanmaya çalışan, onları insan yerine koyan ilk
rejimdir. Bu rejim din ve düşüncelerinden dolayı onlara baskı yapmıyor, dinsel inançlarında
onları kısmen özgür bırakıyordu. Bu, inançları yüzünden asırlardır olmadık işkence ve
baskılara uğrayan bir kitle için çok önemli bir olaydır. Alevilerin, Atatürk’ün de Bektaşi
olduğuna inanmalarında bütün bu gelişmelerin kuşkusuz büyük bir payı vardır. Bunun dışında
Atatürk’ün Bektaşiliğine ilişkin olarak öne sürülebilecek kanıtlar sınırlıdır. Atatürk Bektaşi
dergahlarının etkinlik alanları arasında yer alan Selanik’te doğmuştur.
Babası Ali Rıza Beyin de Bektaşi olduğu söylenir. Aleviler arasında Atatürk’ün Bektaşiliğine
ilişkin olarak öne sürülen en önemli belgelerden biri de, Atatürk’ün bir Alevi dededen
bahsederken (Kazım Dede) onu çok saydığını, asla kıramayacağını söylediği Nutuk’tur.
Atatürk ister bektaşi olsun, ister olmasın, din ve düşünce özgürlüğüne ilişkin anlayışı ve
yaptıkları ile Alevilerin desteğini kazandığı kesindir.
Aleviler, 700 yıllık Osmanlı yöneticilerinden görmedikleri insanlığı ve hoşgörüyü Atatürk’ten
görmüş olmalarını başka bir şeyle açıklayamadıkları için “O da bizdendir” diyerek açıklamak
istemiş olabilirler.*
CUMHURİYET DÖNEMİ VE ALEVİLİK Cumhuriyet yönetiminin bu olumlu tutumuna
karşı Aleviler kendilerine sunulan yeni olanaklardan yeteri kadar faydalanamamışlardır.
Çünkü Aleviler, Cumhuriyet’e kadar ülkenin en uzak, verimsiz dağ köylerinde, mezralarda,
komlarda yaşamaya mecbur bırakılmışlardır. Dünya ile fazla ilişkileri yoktu. Kapalı bir
ekonomide yaşam kavgası veriyorlardı.
İçlerinde okuma-yazma bilen, ticaret yapan yok denecek kadar azdı. Böyle olunca,
Cumhuriyet yönetimi olanak tanıdığı halde merkezi yapıda yeralamadılar ve büyük tarihi
fırsatı değerlendiremediler. Merkez-çevre ilişkisinde çevrede kalmaya devam ettiler.
Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda Alevi nüfus toplam nüfusun tahminen yüzde 20-25’ini
oluşturuyordu. Yani çoğunluk Müslüman-Sünni idi. Üstelik bunlar şehirde yaşıyordu.
OSmanlı artıkları yönetimin her yanına sızmıştı. Cumhuriyet yönetiminin kendi kadrolarını
yetiştirmek için zamana ihtiyacı vardı. İşte, “Tek Parti Dönemi” bu mücadelelerle geçti.
Atatürk, laiklik ile din ve devlet işlerini ayırmıştı. Herkes dini inancında serbestti. Ama buna
karşılık camiler Cumhuriyet yönetimine karşı muhalefeti örgütlüyordu.
Aleviler, bu ortamdan yararlanarak şehir merkezlerinde yer almaya çalıştılar. Bir yandan da
çocuklarını okullara gönderip eğitmek istiyorlardı. Ama Cami’nin ve eski düzen artıklarının
saldırıları bir türlü kesilmek bilmiyordu. Aleviler, Cumhuriyet yönetiminden çok şey
bekliyorlardı. Ama bunlar gerçekleşmedi.
Tek Parti Yönetimi’nin jandarma dipçiği en çok köylüleri hedef alıyordu. Aleviler ise esas
olarak köylü idiler. Bu kez jandarma zulmüne karşı, doğuda Alevi-Kürt nüfusun yaşadığı
yerlerde köylü kökenli ayaklanmalar başladı. “Dersim İsyanı” bunların en büyüğü ve en kanlı
51
bir şekilde bastırılanı oldu. Aleviler, köylü, ortakçı, yarıcı, maraba ve ırgat olmaları
dolayısıyla feodal ağaların, Kürt ve Alevi olmalarından dolayı da merkezi ve mahalli
otoritelerin baskısı altında idiler. Atatürk’ün ölümünden sonra bu çelişkiler daha da arttı.
Bazı Alevilerin 1950’de iktidara ezici bir çoğunlukla gelen Demokrat Parti’yi
desteklemelerinin arkasında Alevi kitlenin tek parti yönetimine karşı duyduğu hoşnutsuzluk
da vardı. Ama DP’ye destek kısa sürer. Bu partinin özellikle ezanın Türkçe okunmasını
camilerde yasaklayarak gene Arapçaya dönme kararı alması ve çeşitli alanlardaki şöven, ırkçı
ve antidemokratik uygulamaları Alevilerin tepkisini toplar.
1960’da yapılan 27 Mayıs İhtilali’ni Aleviler heyecanla ve blok olarak desteklerler. Bu ortak
tutum 1960 Anayasası’nı destekleme konusunda da sürer. 1960 Anayasası; çağdaş demokratik
hak ve özgürlükler açısından Türk siyasal yaşamında bir dönüm noktasıdır. 1960
Anayasası’nın sağladığı özgürlük havasından en çok Aleviler memnun olmuştur. Özellikle
düşünce ve din özgürlüğünün Anayasa’nın 19. maddesinde açıkça yer alması, bir anayasal
hak haline gelmesi Alevilerin en çok desteklediği noktalardan biriydi.
Bu dönemde Türkiye İşçi Partisi kuruldu, sosyalist ve diğer ilerici yayınlar çoğaldı. 1965’te
TİP’in Parlamento’da 15 milletvekil iile temsil edilimsenide en önemli rolü emekçi Alevi
kitle oynadı. 1950’li ve 1960’lı yıllar Türkiye’de kapitalist gelişmenin sıçrama yaptığı
yıllardır (DP iktidarı, Marshall yardımı, yabancı sermayenin ülkeye girişi vb.)
Bu sıçramada ülkeye pompalanan yabancı sermaye başı çekiyordu ama, ülke içinde de ciddi
bir sermaye birikimi oluşmaktaydı. Bu yıllarda içe kapalı ekonomi kabuğunu çatlatmış, pazar
ekonomisi gelişmeye başlamıştır. Bu genel yapı değişimi, Alevileri de dalaları arasına
alıyordu. Aleviler şehirlere göç etmeye başladılar. Dünkü dağ köylerinde, mezra ve komlarda
yaşayan ve kendi kendine yeten kapalı aile ekonomisi uygulayan Alevi köyleri yavaş yavaş
pazara açılmışlar, pazar için üetmeye başlamışlardır.
Bu, küçük de olsa ticareti geliştirmiş ve bir sermaye birikimi sağlamıştır. Anadolu şehir ve
kasabalarında yavaş yavaş Alevi bakkal, kahve sahibi, manav vb. gibi küçük esnafın
görülmesi bu döneme rastlar. Daha önce tamamen Sünnilerin hakim olduğu kasaba ve şehir
pazarları Alevilerin de söz sahibi olmaya baladığı ve rekabetin filizlendiği alanlar haline
gelmektedir. Gene 1960’lı yıllar Alevilerin okumuş kesiminin bürokrasi içinde yer almaya
başladığı yıllardır. Aynı yıllar Türkiye’den; önce B. Almanya’ya daha sonra Belçika,
Hollanda ve diğer Batı Avrupa ülkelerine işçi göçünün, “İşçi ihracatının” başladığı yıllardır.
Bu göçe ilk katılan kitle ise dah açok Kürt-Alevi köylüleridir. 1960’larda Avrupa’ya giden
köylüler 1970’lerde yaptıkları küçük tasarruflarla Türkiye’de müteşebbis olmaya başlarlar.
Kendi iç dinamizmi ile gelişen Alevi sermayesinin Avrupa’da çalışan Alevi işçilerin dövizleri
ile desteklenmesi ve Anadolu’da hakim Sünni pazara girmesi pazar rekabetini hızlandırır,
pazar kavgalarını hızlandırır. Bu örnek özellikle; Sivas, Çorum, Tokat, Amasya, Yozgat,
Kars, Malatya, Erzincan, Maraş, Elazığ, Antep gibi Alevilerle Sünnilerin karışık olarak
yaşadığı illerde çok bariz olarak görülür.
Aynı yörelerde Milliyetçi Hareket Partisi’nin de hızla gelişmesi ve diğer sağ partilerin
tabanını ele geçirmesi, daha sonra buralarda Alevi-Sünni çatışmaları çıkararak Alevi esnafın
dükkan, ev ve işyerlerine saldırılar örgütlemesi anlamlıdır. Alevi esnafın ev ve işyerlerini
tahrip girişimi MHP önderliğinde 1974 yılında başlar. Erzincan, Sivas, Malatya, Tokat
olayları ile tırmanır ve 1978’de Çorum ve Maraş olayalrı ile zirveye çıkar. Maraş olaylarında
camilerden çıkanlar Alevi mahallelerine, ev ve işyerlerine organize saldırılar düzenleyerek
kitle katliamına girişirler. Olaylar sonucuda resmi verilere göre 110 insan ölür, yüzlerce insan
yaralanır ve binlerce insan tutuklanır.
Bu olayı sıkıyönetim uygulaması, onu da 12 Eylül askeri müdahalesi izler ve partili siyasal
yaşama son verilerek on binlerce insan cezaevlerinde toplanır. KÜRT SORUNU VE
ALEVİLİK Bugün ülkemizde Kürt kelimesini kullanarak yazı yazmak mayınlı tarlada futbol
52
oynamak gibi bir şeydir. Fakat keşke böyle bir sorunumuz hiç olmasaydı ve biz de mayınlı
tarlada futbol oynamak gibi zor bir işi hiç üstlenmeseydik.(*)
Ne var ki, Türkiye’de Alevilik sorununu tanımak ve onun üstünde bir araştırma yapmak,
istesek de, istemesek de bizi Kürt olayına götürmektedir. Tıpkı Musul ve Ortadoğu üstüne
araştırma yapan bir tarihçi veya uluslararası politika uzmanı gibi, tıpkı ülkemizde “Doğu
Sorunu”nu inceleyen bir sosyal bilimci gibi. Gerçi üniversitedeki birçok tarihçi ve uluslararası
politika uzmanı sözlü olarak, “Musul sorunu özünde Kürt sorunudur” veya “Ortadoğu sorunu,
Kürt sorunu çözümlenmeden çözümlenemez” dediler ama, bunu kitaplarında yazamadılar.
Nihayet gazeteci Mehmet Ali Birand, Milliyet gazetesindeki köşesinde Doğu sorununun çok
tartışıldığı günlerde, “Eveleyip gevelemeyelim, buna adını koyalım.
Doğu sorunu; Kürt sorunudur” deme cesaretini gösterdi. İşte Türkiye’de Alevilik sorunu da
böyledir. Mehmet Ali Birand’ın dediği gibi Doğu sorunu ne kadar Kürt sorunu ise, Alevilik
sorunu da işte en az o kadar Kürt sorunu ile içiçedir. Türkiye’de Alevilik konusunda sosyal
bilim alanında yapılacak herhangi bir çalışma onun Kürt sorunu ile ilişkisine eğilmezse
havanda su dövmüş olur. Bazı olayları sosyolojik olarak görmek gerekir.
Alevilik, Bektaşilik, Hacı Bektaş-ı Veli, Ehlibeyt, Kerbela, Pir Sultan Abdal vb. bunlar birçok
yönleriyle biliniyor. Ama bir de Alevilerin önemli bir kesiminin kendi konuştuğu bir ana
dilleri var. Ve bu dil Türkçe değil. Bazı sosyal bilimciler bu dile Kürtçe, Zazaca vs. diyor. Bu
dil adına Batılı müttefiklerimiz; ABD, Fransa, İngiltere, İsviçre vs. üniversitelerine bağlı
enstitüler kuruyorlar. Dili ve kültürü yaşatmaya çalışıyorlar. Artık bugün yanıbaşımızda
hükümet içinde ve dışında ana dili Kürtçe olan bakanlar, milletvekilleri, holding ve şirket
sahibi işadamlarımız var. Ve bunların hiç de korkulacak bir yanları yok.
Yeter ki biz bu soruna korku ile değil, sevgi ile yaklaşalım. Bu kitlenin sorunlarına
diktatörlükle değil, demokratça yaklaşalım. İşte o zaman çözümlenemeyecek sorun yoktur.
Şimdi gelelim Alevi sorunu ile Kürt sorunu arasındaki sosyolojikilişkiye. Türkiye’deki
Alevilerin tümü Kürt değil. Tabii tüm Kürtler de Alevi değil. Kürt olup, Alevi, Hanefi, Şafii
olan kimseler de var. Türkiye’de Hıristiyan Kürtlerden bile bahsetmek olasıdır.
Hambeli ve Maliki mezhebinden Kürt yok gibidir. Anadolu’da tarihsel süreç içnide önceden
Türk olup Kürtleşen Aleviler olduğu gibi, önceden Kürt olup asimile olan ve Türkleşen
Kürtler de vardır. Alevilik bir dinsel ayrım iken Kürtlük bir etnik ayrımdır. Irka dayalı bir
ayrımdır. Milliyet ayrımıdır. Türkiye’de Alevi ve Türk olan kesim daha çok Çorum, Amasya,
Tokat, Yozgat civarında yaşamaktadır. Buna karşılık Alevi ve Kürt olan kesim ise Sivas,
Erzincan, Tunceli, Elazığ, Malatya, Maraş ve çevresinde yaşar.
Birinci kesimdekiler Türkçe, ikinci kesimdekiler ise Kürtçe konuşur.(*) Bu konuda, farklı
iddialarda bulunan tarihçi ve sosyal bilimcilerimiz de vardır. Mesela, kendisi de Alevi ve
aşiret reisi olan Şerif Fırat, Doğu İlleri ve Varto Tarihi adlı kitabında Alevilerin Türk
olduğunu iddia ediyor. Sosyal bilimci Dr. İsmail Beşikçi ise Alevileri, ana dillerine göre Türk
ve Kürt olarak ikiye ayırıyor. Beşikçi, bu çerçevede Doğu Alevilerini esas olarak “Kürt” diye
niteliyor. Bir kısım araştırmacı ise, uzun yıllar aynı coğrafi bölgeyi ve aynı tarihsel koşulları
paylaştıkları için Alevilik ve Kürtlük-Türklük olayının karıştığını söylüyorlar.
Doğu Anadolu’da, Osmanlı’ya karşı etnik muhalefet ile insel muhalefetin tarihsel kader sirliği
oluşturması nedeniyle iç içe girdiğini savunuyorlar. Böylece sonuçta, bir kısım Alevinin bu
yakınlıktan dolayı Kürtleştiğini ve bir kısım Kürdün de Alevileştiğini iddia ediyorlar.
Araştırmacı Doğan Avcıoğlu Kürt-İslam ilişkisini; “Hıristiyan Anadolu’da Selçuklular ve
daha sonra Osmanlılar diye bir İslam devleti kurulur. Bu yeni toplum biçimlenirken İslam-
Türk öğeyi de belirtmek gerekir.(61) diye özetledikten sonra şöyle devam ediyor:
“Türklerin yanı sıra, İranlılar gibi Kürtler de Anadolu’nun İslamlaşmasına katkıda
bulunurlar.”(62)
Burada Anadolu’nun İslam’laşmasında Kürtlerin varlığını kabul etmemek mümkün değildir.
İslamiyet içindeki bölünme ve hilafet meselesi Anadolu’da da yaşandığına göre, Anadolu’da
53
yaşayan eski halklardan olan Kürtlerin de İslamiyet içindeki bölünmelerde yer alması ve taraf
tutması mümkündür. Bu saflaşmada Hanefi Kürtlerin olması ne kadar normal ise diğer
mezhep ve tarikatlere mensup Kürtlerin bulunması da o kadar normaldir.
Avcıoğlu bu konuda şöyle yazıyor: “Güneydoğu Anadolu, Safevilerin elinde kalsa idi, Türkçe
orada rakipsiz bir dil olurdu. Bölge Türkleşirdi. Osmanlı’da bu tersi oldu. Şah İsmail’in
peşindeki Kızılbaş Türkmene karşı, Osmanlı çoğu Sünni ve Şafii olan Kürt beylerini
tutmuştur.”(63) Yani Avcıoğlu, Güneydoğu Anadolu’nun Kürtleşmesinin sorumluluğunu
Osmanlı’ya yüklüyor. Alevilik ise, Kürt kökenli değildir.
Türkçe kökenlidir. Çünkü Aleviliğin kurucusu olarak kabul edilen Hacı Bektaş-ı Veli,
Türk’tür. Türkçe konuşup yazmıştır. Pir Sultan Abdal, Şah İsmail, Yunus Emre, Fuzuli gibi
önemli Alevi düşünür ve dava adamları Türkçe, Farsça vs. yazmış ve konuşmuşlardır. Bugüne
kadar hiçbir klasik Alevi düşşünürünün Kürtçe konuşup yazdığına tanık olunmamıştır. Kürtçe
konuşulan Doğu Anadolu’da Alevi Cem ayinlerinde söylenen deyişlerin esas olarak Türkçe
okunmasının kaynağı da bu olsa gerekir.
Zaten Osmanlı’nın Fars ve Arap etkisinde kalarak Türklere yabancılaştığı dönemde, bu etki
sonucu ortaya çıkan Osmanlıcaya karşı Türkçeyi yaşatma mücadelesini Alevi ozan ve
düşünürleri vermiştir. Avcıoğlu, araştırmasının bir yerinde şöyle diyor: “Osmanlı, Kürdistan
adını verdiği bölgede devletin temel dayanağı olan Tımar sistemini uygulamaz. Devletin
yönetimini bölgede, yönetimin babadan oğlua geçtiği Kürt beylerine bırakır. Bölgede bulunan
Türkmenlerin önemli bir bölümü dillerini unutur ve Kürt kabilelerine karışır.”(64) Ziya
Gökalp buna örnek olarak, Viranşehir’deki Karakeçili aşiretini verir.
Aynı aşiretin Ege’deki kısmı ise, tamamen Türkçe konuşur. Bu olaylar, bu konuda çok katı
tezler ileri sürmenin mümkün olmadığını gösteriyor. Tunceli Zaza’larının Cem ayinlerinde
deyişlerini Türkçe söylemeleri gibi, Tunceli ve Erzincan civarındaki yaşlıların çocukları ile
tartışmalarında, hem de Kürtçe olarak “Esas Türk biziz, diğerleri sonradan Türk olmuşlardır.
Onlar kılıç korkusundan Türk olmuşlardır. Bizim ecdadımız horasan Türkleridir” demeleri de
oldukça anlamlıdır. Bu durum toplumsal harman olma olayını çok güzel ortaya koyuyor.
Bugün ise Alevilik-Sünnilik, Kürtlük-Türklük birer kültür olayından ibarettir.
Kültürün iyisi kötüsü, ilerisi gerisi olmayacağına göre tüm Anadolu kültürlerine bizim
kültürümüz gözü ile bakmak gerekir. Bugün Türkiye’de sadece Türklerin yaşamadığını
biliyoruz. Geçmişimiz birçok medeniyete beşiklik etmiştir. Anadolu’nun 10 bin yıllık bir
medeniyet tarihi vardır. Türkler Anadolu’ya 1071’de geldiğine göre bu topraklarda henüz 900
yıllık bir maziye sahipler demektir. Anadolu yarımadası tarih ve farklı medeniyetler açısından
adeta bir açık hava müzesidir. Türkler Anadolu’ya geldiklerinde ise, buranın boş olmadığı
bilinen gerçeklerdendir.
Var olan halklar da daha sonra yok olmadıklarına göre, sürekli birbirine karışarak, kaynaşarak
günümüze gelmişlerdir. Şöyle birazcık zihnimizi zorladığımızda bu anda yanyana
yaşadığımız birçok halkın adını sayabiliriz; Türk, Kürt, Çerkes, Arap, Süryani, Ermeni, Rum,
Gürcü, Tatar, Azeri, Terekeme, Pomak, Karapapak, Kıpti, Makedon, Fellah, Laz, Arnavut,
Boşnak vs. Alevilik ise, bilindiği gibi dinsel bir ayrımdır. Esas olarak Türk ve Kürtlerden
oluşmaktadır. Bu gün tahmini sayıları ise 18-20 milyon civarındadır.
HALİL ÖZTOPRAK NELERİ SAVUNUYOR? Halil Öztoprak, 1950’li ve 1960’lı yıllarda
Anadolu’daki etkin Alevi önderlerindendir. Aslen Elbistan’ın Alhas köyü ve aşiretine
mensuptur. Kendini yetiştirmiş bir aydın köylü bilgedir. Yaşadığı dönemin karizmatik halk
önderlerindendir. Halil Öztoprak, sadece Alevi kitleye bir bilge, bir din adamı olarak görev
yapmakla kalmamış, yazdığı kitaplar ve yaptığı siyasal çalışmalar ile de Alevilerin büyük
desteğini, sevgi ve saygısını kazanmıştır. Yazdığı kitaplarda, yüzyıllardır Alevilere yöneltilen
Sünni kaynaklı suçlamalara, dini kaynaklara dayanarak cevapvermiştir.
Yaşadığı dönemde Aleviliğin teorik çatısı için yoğun çalışmalar yapmış, yönlendirici
olmuştur. Halil Öztoprak’ın 1956 yılında Ankara’da Milli Eğitim bakanlığı’nın ini ile 4’üncü
54
basımı yapılan “Kur’an’da Hikmet, Tarihte Hakikat” adlı “Alevilerde Namaz” alt başlıklı
kitabı en büyük yankıyı yapan kitapları arasındadır.(65) Şimdi, bu kitabından aktarmalarla
Halil Öztoprak’ın neler savunduğunu görelim: 3’üncü sayfadan: “İslam tarihinde birçok
mesele vardır ki; başlangıçta büyük ihtilaflar doğurmuş ve uğruna kanlar dökülmüştür.
Neticede ağır basan taraf (güçlü olan taraf) kazanmıştır. İşte Ehlibeyt meselesi, işte namaz ve
oruç meselesi, Şiilik ve Sünnilik meselesi... Kıble, hac vs. bütün bunlar anlayış farklarından,
Kur’an’ı Kerim’i ve hadisleri tefsir tarzından ileri gelmiştir.” Halil Öztoprak, Alevilerde
ibadet için şöyle diyor: “Aleviler de Kur’an’a ve Hz. Muhammed’in emirlerine uymakta ve
ona göre ibadet etmektedirler.
Ayrılık sadece ibadet ve taatın şeklindedir.”(s.4) Öztoprak, “Aleviler Müslüman değildir”
diye fetva veren din adamlarına şiddetle karşı çıkıyor ve onların bazı konularda Alevilerin en
son gelen ayetlere inandıklarını bilmezlikten geldiklerini yazıyor. Üstelik, Abbasiler
zamanında verilmiş bir karar ile Alevileri itham etmek doğru değildir,diyor. Buna delil olarak
da;Bakarak süresinin 106. ayetini hatırlatıyor: “Kaçan bir ayetin hükmünü kaldırıp yerine
başka bir ayet hükmünü gtiririz. Allahü teala ahkamında, tebdil ve tağyirinde halkına elverişli
olanı bilir, zira bir vakitte makbul olan icabında başka vakitte fesat da buyurur.(s.5) Öztoprak,
daha sonra namaz konusunu ele alarak, “Bazı kimseler namazın ve bu namazın bugünkü
şeklinin miraçtan Kur’an’la birlikte geldiğini iddia etmektedirler. Ve Alevileri bu namazı
kılmadıkları için dinsiz tanımakta, onların kestikleri yenmez, cenazeleri kaldırılmaz,
demektedirler.
Ve hatta bazıları Alevilerin katlinin vacip olduğuna inanmaktadırlar (s.6) diyor ve arkasından
da namazın miraçtan nasıl geldiğini, Kur’an’da nasıl yer aldığını, ayetlere dayanarak veriyor.
Namaz hakkında, İsra suresinin, 78. ve 79., Necm suresinin 8. ve 9., Müzemmil suresinin 1.
ve 7., suretül Nebe’nin 9. 10. ve 11. ayetlerinden alıntılar yaparak namazın esasen beş vakit
olmadığını ve esas olarak iş zamanı dışında gece ibadet olarak yapılmasının Kur’an’ın gereği
olduğunu yazıyor. İşte bazı ayetler: İsra suresinin 78. ve 79. ayetleri “Farz olan ibadete kalk.
Gün aştıktan gecenin karanlıklarından Kur’an okuyarak şafak ağarıncaya kadar, ibadet eder
isen gece ve gündüz melekleri şehadet eder.”
Münezzil süresinin 1. ayeti: “Ey nübüvvet içinde olan nebi gece kalk namaz kıl...” Aynı
surenin 7. ayeti: “Gündüzleri uzun uzadıya halkın işleri ile meşgul olursun. Gece ibadete
yönelmen evladır.” Suretül Nebe’nin 9. 10. ve 11. ayetleri: “Geceyi ibadet için, gündüzleri
geçim ve maaş için kıldık.” Halil Öztoprak, beş vakit namazın Abbasiler zamanında ortaya
çıktığını, onun da bir ihtilafın halli için ortaya atıldığını yazar. Hz. Muhammed’in sağlığında
namazın beş vakit olmadığını, Peygamberin kendisinin de ibadetlerini gece yaptığını yazar.
Alevilerin, ibadetlerini, yani cem ayinlerini gece yapmaları bu anlayıştan geliyor olsa gerek.
Sonraları bu ibadetler adeta gizli ibadetlere dönüşür. Emevi, Abbasi ve Osmanlı döneminde
gece ibadet edenler çeşitli katliamlara uğramışlardır. Bugün bile Alevi cemlerinde ibadet
yapılan konutun güvenliğini dedenin görev verdiği nöbetçiler sağlar. Halil Öztoprak, ibadetin
evlerin dışında, açıkta yapılmasının Kur’an tarafından yasaklandığını, bunun gösteriş
olduğunu yazıyor. Kaynak olarak da Maun suresinin Tefsiri-Tıbyan’dan aktarmasını
gösteriyor: “Şiddetli Cehennem azabı ol açıktan açığa namaz kılan aynacılar içindir ki, ellere
Müslümanlık ve sofuluk göstermek için selamet vs. tenha yerleri terkedip namazı aşikar
kılarlar.
Bunlar cemaattir ki, namaz deyu bütün işledikleri amel ve ibadetleri Allah için olmayıp dünya
menfaatlerini kazanmak için halkın gözüne sofu ve Müslüman gözükmeleri içindir.”(s.17)
Ayrıca Halil Öztoprak, İslam’da ibadetin camide yapılması şartının olmadığını, hatta Hz.
Muhammed zamanında camilerin yıktırıldığını, ibadetin evlerde yapılmasının dinin kuralları
arasında olduğunu iddia ediyor. Kaynak olarak, Tövbe suresinin 108. ayetini veriyor,
Alevilerin camilere gitmemesini de buna bağlıyor. Tövbe suresi, 108. ayet: “Müminlere zarar
vermek ve gönüllerindeki saklı duran düşmanlığı kuvvetlendirmek için namaz kılmaya
55
mescid meydana getirdiler. Bunlar Müslüman olmadan önce Hz. Muhammed’le harbeden
münafıklardır. Müminlerin arasını açmayı, onları birbirlerine düşürmeyi akıllarına
koymuşlardı.
Ya Muhammed, Müslümanlar seninle birlikte namaz kılsın ve zikretsin diye böyle geniş
mescid, cami yaptık derler. Allahu Taala şahitlik eder ki onlar yeminlerinde yalandır.”(s.21)
Tövbe suresinin 109. ayeti: “Ya Muhammed kalkma ve ol mescidlerde ebediyen namaza
durma. Evvelce Tanrı korkusu üzerine yapılan mescidi evvelde Hakka ibadet haklı ve lazım
bir ibadetti.”(s.21) Kısası Enbiya’da bu olay için, “Hz. Muhammed, Malik İbni Dahşam ve
İbni Adi ile bir gönderip camileri yıktırdığı yazılıdır. Tarih-i Taberi’nin 2’inci cildinin Altı
Parmak kitabının 306. sayfasında bu konu ile ilgili olarak “Hz. Muhammed’e Cebrail
tarafından ‘Ol Camilerin yıkılmasını sana emretti’ şeklinde ayet geldiği, Hz. Muhammed’in
de Kur’an farzı ile yıktırdığı” yazılıdır.(s.22) Bu camiyi daha sonra Halife Ömer’in yeniden
yaptırdığını, muhteşem camilerin ise daha ziyade Muaviye zamanında yapıldığını okuyoruz.
Halil Öztoprak’ın bütün bu konularla ilgili yorumu ise şöyledir:“Hakiki Müslümanlık,
Kur’an’da yazılı olduğu gibi, camisiz, minaresiz olarak, huzuru kalb ile Allah’a inanmak ve
daimi ibadet etmektir.”(s.23) Halil Öztoprak, bir hadisi Nebevi’den şu aktarmayı yapıyor:
“Sen başka camilere yakın olma. Kalp camiiden Tanrıya yalvar.” Arkasından da namazın
camide değil, evlerde kılınmasının Kur’an’da farz edildiğine dair, Nur suresinin 36. ayetini
bize aktarıyor: “Ya Muhammed, kendi evlerinde ibadet edenleri Tanrı Taala tarafından tazim
olunup sevap derecelerinin yükselmelerine izin verip emreyledi. Onlar şoy güruhtur ki
evlerinde Allahı Taala’ya ibadet zikri tesbih edenlerdir...”(s.24)
Halil Öztoprak, Kabe konusunda ise, “Şahsivaril İslam” adlı tarih kitabından alıntı ile şu
görüşlere yer veriyor: “Kabeyi ziyaret İslama mahsus bir ibadet değildir. İslam dini çıkmadan
önce putperestler zamanında Arabistan Yarımadası putperestleri, Kabe’ye hürmet beslerler ve
ziyaret ederlerdi. Mekke ortasındaki Haceri Semavi (Yani Hacer-ül Esved) taşının etrafına
toplanıp secdeye kapanırlardı. Burada, Kudüs ve Yunan putperestlerinden öğrendikleri üzere
kurbanlar keserler.”(s.25) Halil Öztoprak, Hacer-ül Esved’in etrafına toplanıp secde etmenin
“cahiliye devri”ne ait bir adet olduğunu ve Hz. Muhammed tarafından bu ziyaretlerin
kaldırıldığına ait Kur’an’da ayetler olduğunu yazıyor. Arkasından da, Suretil Bakar’ın 115.
ayetini bize aktarıyor: “Güneşin doğup battığı yerlerin cümlesi Tanrı Taala mülküdür; hangi
tarafa yüz döndürür iseniz Allahü Taala ibadet tarafı orasıdır.”(s.34)
Sonra da şöyle yazıyor: “Allaha yalvarmak için her taraf kıbledir. İbadet esnasında Hacer-ül
Esved gibi belli bir noktayı ve bir şehri daimi olarak kıble kabul etmek o nokta veya şehri
putlaştırmak gibi bir şey olur.”(s.35) Halil Öztoprak’ın düşüncelerini aktarmayı burada
kesiyorum. Yaşayan Anadolu Aleviliği’nin dini yanının tanınması açısından bu düşünceler
önemlidir. Aleviler budini görüşler dğrultusunda hareket ederler. Karşılaştığınız birçok Alevi
dedesi veya halktan bilge insanlar size şu düşünceleri yineleyecektir. Halil Öztoprak’ın
kitabındaki savların, yazar Şinasi Koç’un 1983 yılında çıkardığı “Gerçek İslam Dini Nedir?
Kur’an’a Bakar Mısınız?” adlı kitabında tekrar gündeme geldiğini görüyoruz.(66)
Şinasi Koç kitabında, Hanefi mezhebine ait bir dizi eleştiri getiriyor, dinler tarihinden
örnekler veriyor. İbadet ile ilgili olarak ise, kitabının 50. sayfasında, namazın beş vakit
kılınmasının Halife Ömer zamanında bir emirname ile başladığını yazıyor. Bunu ayetlere
dayanarak inceliyor. Namazın iki rekattan dört rekate çıkarılmasının da Halife Ömer ile
başladığını yazıyor. Karşı çıkanlara ise; iki rekat Taif’teki mülk ve arazisi için, iki rekat da
Mekke’deki mülk ve arazisi için kıldırdığını söylüyor.
Koç, kitabında gene, Teravih namazının Halife Ömer zamanında 20 rekat olarak ilan
edildiğini Kısas-ı Enbiya’dan aktarma ile veriyor. Ömer’in namazı beş vakit ilan etmesinin
ertesi gününün bayram yapılıp iki rekat namaz kılındığını, bayram namazının da buradan
geldiğini söyülyor. Ayrıca, Kur’an’da cami yaptırılmasına ait hiçbir ayetin olmadığını,
ibadetin şeklinin ve sayısının belirtilmediğini de yazıyor. Şinasi Koç’un bu iddialarını
56
kitaplaştırmadan önce, 8 Haziran 1980 tarihli dilekçe ile, Diyanet İşleri Başkanlığı’na
başvurduğunu da kitabında öğreniyoruz.
Koç, dilekçesinde özet olarak, beş vakit namazın ve Ramazan orucunun hangi ayetle farz
olduğunu soruyor. Diyanet İşleri buna cevap vermeyip oyalıyor. Şinasi Koç bu kez kendisine
gelen oyalayıcı cevap ile sorularını Diyanet İşleri, Din İşleri Yüksek Kurulu’na yazıyor. Onlar
da, “Soruların uzun hususları içerdiği için yazılı cevabın mümkün olamayacağını”
bildiriyorlar. Şinasi Koç, Diyanet İşleri Başkanlığı ve Ankara ilahiyat Fakültesi
Dekanlığı’ndan da bir cevap alamayınca tüm bu dilekçeler ive oyalayıcı yanıtları Diyanet
İşlerinden sorumlu bakanlığın başı olan Devlet Bakanı Mehmet Özgüneş’e gönderiyor. Devlet
bakanı, cevap olarak dilekçeleri Diyanet İşlerine gönderdiğini belirtmekle yetiniyor.
Şinasi Koç, bu dilekçelerinde sorduğu çok açık soruya hiçbir cevap alamıyor. Bildiğimiz
kadarıyla Şinasi Koç ilgili makamlardan hala cevap bekliyor.(*) Bu suskunluk neyin
ifadesidir? GÜNÜMÜZDE ALEVİLİK Günümüzde Alevilik, önemli değişimler geçirmiş
olarak varlığını sürdürüyor. 1960 öncesine göre, hayli farklı durumda. Artık blok bir
Alevilikten söz edemeyiz. Aleviler 1960’lı yıllardan bu yana hayli gelişmiş, değişmiş ve bu
değişime bağlı olarak da toplumsal yapı içindeki yerlerini almışlardır. Artık kabul etmesek de,
görmezlikten gelsek de Aleviler, Türk siyasal hayatında, ekonomik yapıda, sosyal yaşamda
meşru zeminlerde yerlerini almışlardır. Bu gerçeği yok saymak mümkün değildir.
Yakın geçmişe kadar Aleviler Sosyal Demokrat veya Sosyalist siyasal parti, grup ve kişileri
desteklerlerdi. CHP’nin ve TİP’in önemli, Türkiye Birlik Partisi’nin tek oy kanağı Aleviler
idi. TİP’in solundaki siyasal grupların en önemli tabanı da gene Alevi kitle idi. Ama bugün
durum çok değişmiştir. Bu siyasal yapıları destekleyen kitle gene var. Ama ANAP’a giden
önemli bir Alevi oyu da var. 1982 askeri müdahalesi ve Anayasası en olumsuz yüzünü
Alevilere göstermiştir. Buna rağmen Alevilerin de oyları ile (% 92) onaylanmıştır.
Sağ muhafazakar partiler olan ANAP, DYP ve MDP kendi seçim bölgelerinde listelerine
Alevi adaylar koymuşlardır. Bu yıl öldürülen İstanbul Ticaret Odası Başkanı Niyazi Adıgüzel,
ANAP adayı ve eski MHP’li, ama aynı zamanda Alevi idi. Bu olay Aleviler açısından
oldukça anlamlıdır. Sağ partiler artık seçim siyasetlerinde Alevi oylarının kazanılmasının
hesaplarını da yapıyorlar. 1950 öncesi Anadolu’da birçok şehir ve kasabada bakkal dükkanına
bile sahip olmayan Aleviler, artık büyük şehirlerde şirket ve holding sahibi oldular.
İthalat ve ihracatta de etkili olan Aleviler bugün Türkiye pazarında önemli bir payı elde etmiş
durumdadırlar. Alevilerin ekonomik gelişimi, siyasal ve sosyal alanlarda da rol almalarını
sağlamıştır. Aleviler bugün 20 milyon civarında nüfusa ve 5 milyon civarında seçmene
sahiptir. Bu, bir siyasal partiyi tek başına iktidar yapacak sayısal güç demektir. Yani, siyasal
partiler için önemli bir oy deposu konumundadırlar. Aleviler siyasal ve konomik alanda meşru
olarak kabul edilmelerine rağmen,dini alanda aynı hoşgörü ile karşılanmamaktadır. Bugün
bile bu önemli kitlenin dini ayinleri, inançları, yaptıkları ibadetler meşru sayılmamaktadır.
Osmanlı döneminde Alevilerin ibadet biçimi olan Cem ayinlerine ilişkin yasaklar, baskılar,
Cumhuriyet dömeminde de ne yazık ki devam etmiştir.
Halk ibadetini gizli olarak geceleri yaparak sürdürmüştür. Bu yüzden tutuklanmalar,
işkenceler olmuştur. Şimdi bu genişkitlenin ibadet biçimlerine kısaca bir göz atalım:Aleviler
Muharrem ayında (yılda 12 gün) Kerbela şehitleri anısına oruç tutarlar. Bu oruç sırasında su
içilmez ve et yenmez. Kesici şeyler ele alınmaz. 12 günlük orucun sonunda Aşure günü
yapılır. O gün aşure pişirilip yenir, kurban kesilir, dualar okunur, Cem ayini yapılır, Kerbela
şehitleri ve Ehlibeyt soyu anılır. Aleviler, periyodik olmasa da özellikle kış aylarında haftada
bir, cuma akşamları Cem ayini yaparlar. Bu ayinlerde bağlama çalını, Hz. Ali, On İki İmam
ve Ehlibeyt üzerine yazılmış çeşitli nefesler okunur.
Bunlar daha ziyade Pir Sultan ABdal, Şah İsmail, Nesimi ve çeşitil Alevi ozanların bağlama
eşliğinde söylenen eserleridir. Cem ayinlerine yalnız erkekler değil, kadınlar da katılır. Ortak
halka namazı kılınır, müzik eşliğinde kadınlı erkekli semahlar yapılır. Ayinlerin tüm
57
sorumluluğu dedelere aittir. Bu cemler aynı zamanda o toplum için bir dini eğitim ve öğretim
kurumu işlevini görür. Hatta bunlar, suç işleyenlerin yargılandığı bir tür halk mahkemesi
işlevini de üstlenirler. Bu ayinler, merkezi bir yapı oluşturmadığı için zamanla yörelere göre
değişimler göstermişlerdir. Örneğin; Trakya’da cemlere bekarlar alınmazken, Doğu
Anadolu’da yediden yetmişe kadın erkek herkes katılır.
Batı’da bazı yörelerde dem kabul edilen şarap içilirken Doğu’da şarap, içki vs. kesinlikle
içilmez. Bu farklılıklar uzun yıllar devam eden merkezi iletişimin olmamasından
kaynaklanmıştır. Yoksa öz aynıdır, değişim yalnızca biçimseldir. Cumhuriyet yönetimi devlet
ve din işlerni birbirinden ayırmıştır. Hatta din işlerinden sorumlu olarak daha sonra Diyanet
İşleri kurulmuştur. Fakat bir devlet bakanlığına bağlı olarak faaliyet gösteren Diyanet İşleri
Başkanlığı yalnız Sünni Müslümanlara hizmet götürmektedir. Bütün bu dönem boyunca
Alevilerin dini ihtiyacı yok sayılmış, onlara hiçbir dini hizmet götürülmemiştir. Diyanet İşleri
hakim mezhep olan Sünniliğe hizmet götürmüştür.
Azınlık mezheplere, onlar içindeki en büyük kitleye hiçbir hizmet götürmediği gibi
suçlamalar yapmaya, Aleviliği kötülemeye devam etmiştir. Camilerdeki uygulamalar ve
zaman zaman verilen fetvalar Emevi camilerini aratmayacak boyutlara ulaşmıştır. Alevilerin
İslamiyetten ve Cami’den uzaklaşmalarına Cumhuriyet yönetimleri ve Diyanet İşleri önemli
ölçüde yardımcı olmuşlardır. Alevilerin Sünnileştiremedikleri gibi, onları neredeyse
dinsizleştirmişlerdir. Belki de artık Alevileri ibadet (Cem ayini) yapacağı yerleri bugün devlet
açsa bile oralara gidecek Alevi bulunmayacaktır.
Alevilerin en önemli sorunlarından biri de, cenaze namazı meselesidir. Alevilerin büyük
çoğunluğu bugün ülkemizde camilere gitmemektedir. Giden kısım küçük bir kesimdir. Böyle
olunca, doğumundan öldüğü güne kadar camiye gitmeyen insanı biz ölünce cenaze namazı
için camiye götürmekteyiz. Alevi kitle doğası gereği camide kılınan namazı bilmez. Bu olay
ölenin akrabaları ve çevresi için çok güç bir durum yaratmaktadır. Zaten çoğu yerde cami
imamı, ölen Alevi ise, cenaze namazını kılmak istememekte, arkasından tartışmalar ve
tatsızlıklar çıkmaktadır. Doğumdan ölümüne kadar Alevi mezhebinin inancına göre yaşamını
sürdüren kişi, ölünce Sünni inancına göre cenaze namazı kılınmaktadır. Bu çok büyük bir
çelişkidir ve rahatsızlık verici bir durumdur. Bu sorunun çözüm yolu, giderleri Aleviler’in de
katkıda bulunduğu bütçeden karşılanan Diyanet İşleri’nin Aleviler’e de dini hizmet
götürmesidir.
Tabii, bu hizmetin amacı Sünni din adamları vasıtası ile Aleviler’i Sünni’leştirmek değil,
Alevi din adamları vasıtası ile Aleviler’e dini hizmet götürmek olmalıdır. Alevi din
adamlarının yetişmesi için de isteyen Alei çocukları için Milli Eğitim Bakanlığı böyle bir
eğitim programını İmam Hatip Okullarında uygulamalıdır. Bunun dünyada örnekleri vardır.
Hıristiyanlık içindeki farklı mezheplere kiliseler benzer biçimde hizmet vermektedir.
Humeyni İranı’nda hakim mezhep Caferi mezhebidir. Ama diğer mezheplere de kendi
inançlarına uygun dini hizmetler götürmektedir. Hatta bir yörede çoğunluk Caferi mezhebi
dışındaki bir mezhebe ait ise orada Caferi mezhebi azınlık mezhep sayılmaktadır.
Kardeşlik ve barış ancak böyle sağlanacağı için bu çözüm bize de örnek olmalıdır. Azınlık
olsun çoğunluk olsun bütün mezheplerin, tarikatların temeli İslam dinidir. Bir dinin veya
mezhebin doğru veya yanlış olması çoğunluk veya azınlık olmalarına bağlı değildir. Hz.
Muhammed zamanında mezhep, tarikat vs. yoktu. Kur’an’da da mezhep ve tarikat diye bir
olgu yoktur. Hepsi daha sonraki çeşitli tarihi olayların ardından ortaya çıkmıştır. Mezhep ve
tarikat mensupları kendi mezheplerini doğru kabul etmektedir. Ama, doğruluk, bilindiği gibi
göreceli bir kavramdır. Herkese göre değişir. Bu sorun bugüne kadar çözülememiştir. Bugün
bize kadar gelen sorun tarihsel bir mirastır. Bu miras iyi de olsa kötü de olsa bizimdir. Elbette
ki bu tatsızlıklar olmasa daha iyi olurdu. İslamiyet uğruna bu kadar kan dökülmese daha iyi
olurdu. Ama bunlar olmuş. Tarihten doğru dersler çıkaralım.
58
İntikamcı sonuçlar çıkarmayalım. Bütün Müslümanlar kardeştir. Bizim inandığımıza inanan
da inanmayan da... Bütün insanlar da kardeştir. Başka dinlere inananlar da, hiçbir dine
inanmayanlar da hala ağaçlara, hayvanlara tapan animistler de bizim kardeşimizdir. Artık
dünya bütünleşiyor. Sadece bir dinin veya ülkenin sorunu olan sorunlar yoktur. Bütün dünya
insanlığının sorunları ortaktır. Örneğin, enflasyon, kıtlık, yetersiz beslenme vs. bütün
dünyanın sorunudur. Sağlık, kanser, AIDS bütün dünya insanlığının sorunudur. Çevre
kirlenmesi, radyasyon, nükleer savaş ve buna benzer şeyler; bunlar, hangi din ve renkten
olursa olsun bütün insanlığın sorunudur. O halde başımızı iki elimizin arasına koyalım ve
düşünelim.
Bu sorunlar kaşısında bizim hala Alevilik-Sünnilik gütmemiz ne kadar zavallı durumda
olduğumuzu göstermiyor mu? Gene ülkemizdeki Alevilik olayına dönelim. Bugün Aleviliğin
dini örf ve adetlerinin oldukça zayıfladığını da belirtmek gerekiyor. Bu olayın çok eski bir
geçmişi vardır. Osmanlı’da merkezi bir dini yapısı olmayan Alevilik tabii ki gelişemezdi.
Ancak varlığını her türlü zorluğa rağmen gizli olarak sürdürmeye çalışıyordu. O zamandan
bugüne ayinlerde, inançlarda, folklorik yapıda önemli farklılıklar oluştu.
Sünnilik camilerde örgütlü idi. Hatta Osmanlı’da padişah aynı zamanda en büyük dini
temsilci olan halifedir. Zaten ülke şeriatla yönetiliyordu. Cumhuriyetle din ve devlet işleri
ayrıldı. Hilafet kaldırıldı. Ama Sünnilik gene devlet dini ve merkezi bir yapı ile varlığını
sürdürmeye devam etti. Bugün Diyanet İşleri aracılığıyla camilerde bu merkezi yapıya
bağlıdır. Kısaca ülkemiz “laik”tir ama, devletin resmi bir dini vardır. Laik bir ülkede resmi
din olmaması gerekir. Hem laiklik var, hem de din var.Bu olmaz. Resmi dinden de anlaşılan
Hanefi mezhebidir. Ülkemizde demografik yapının sağlıklı tespiti için milyonlarca,
milyarlarca masraf yapılarak beş yılda bir nüfus sayılı yapılıyor. Bu sayımlarda ana dili
soruluyor.
Ama özellikle Kürtçe, Ermenice, Rumca vs. kouşan insanlarımız ana dillerini nüfus sayım
memuruna sakıncalı olur diye söyleyemiyorlar. Söylemek isteyenleri ise memur yazmıyor
veya yazmak istemiyor... Gene bu sayımlarda “dini ve mezhebi nedir?” sorusu var. Ama,
Sünniliğin dışında mezhep veya İslamiyet dışında din belirtmek veya adı geçen dinlere
mensup olmadığını söylemek, insanlarımız için karakolu, cezaevini veya fişlenmeyi göze
almak anlamına geliyor. Hatta bu tür cevapları sayın memurları yazmak istemiyor. Ayrıca
nüfus cüzdanları bebek doğumu sırasında hazırlandığı için nüfus memuru dini ve mezhebi
yerini zaten “bakanlık emri” diye “İslam” olarak dolduruyor.
NÜfus sayımlarındaki cevabın da hiçbir anlamı olmuyor. Çünkü nüfus kütüğünü o cevap
değiştiremiyor. Böylece hem laik bir ülke olduğumuzu iddia ediyoruz, hem de dinimiz İslam,
mezhebimiz Hanefiliktir diyoruz. Bu durumda acaba Bulgaristan’a kızmaya hakkımız var
mı.Bu haksızlığı onlar yaptığı için ayaklanıyoruz. Ama kendimizi görmüyoruz. Alevilikte din
adamı olan dedeler Osmanlı’nın ilk zamanlarında Erdebil ve Hacı Bektaş dergahına bağlı
olarak çalışıyordu. Atamaları bu merkezler yapardı.
Sonra tek merkez Hacı Bektaş dergahı oldu. Ayrıca O’na bağlı, Rumeli İstanbul gibi
dergahlar da vardı. Sonraki yıllarda bu merkezi yapı bozuldu. Dedelik kurumu merkezi
yapısını kaybetti. Önceleri Hacı Bektaş Dergahı yetenekli din adamlarını dede olarak atardı,
ama bu sistemin yerini giderek dedeliğin babadan oğula geçtiği sistem aldı. Böylece
yeteneksiz ve Alevi ilkelerine göre eğitilmemiş kimseler de Alevilikte dede olabilmeye
başlamıştı. Oysa Hacı Bektaş Dergahı, dede olacak adayların birçok seviyede eğitimden ve
çeşitli testlerden geçirdikten sonra herhangi bir dergaha dede olarak gönderiyordu. Dede
olacaklar, dünya nimetlerinden tamamen el etek çekiyorlar, kendilerini öncelikle Hakka ve
halka adıyorlardı. Onların artık kendi hayatı ve bireysel yaşamları söz konusu değildi.
Onlar Hakkın yani Tanrı’nın ilkelerini halka götüren birer derviş idiler. Birçok keramet
sahibi, erdemli, ermiş insanlardı. Dedeler bu yüzden kutsal idiler. Halk bu ulu insanlara
tapardı. Onlar yeryüzünde örnek insanlardı. Dedeler, Hacı Bektaş-ı Veli’nin ilkeleri
59
doğrultusunda, Hz. Muhammed, Hz. Ali ve Ehlibeyt aşkı ile halkı eğitiyorlar, onlara dini ve
dünyevi konularda öncülük ediyorlardı. Eğitim ve öğretim dışında halkın her türlü sorunuyla
uğraşmak da dedelerin görevleri arasında yer alıyordu.
Daha önce de değindiğimiz gibi, merkezi yapı dağıldıktan sonra dedelik babadan oğula geçen
bir saltanat kurumuna dönüştü. Böyle olunca seviye düştü. Birçok dede çocuğu, hak emeden
dede oldu. Dedelik kurumunun haklı olarak kazandığı “itibar” giderek istismar edildi. Halk bu
istismardan rahatsız oldu. Dedelik kurumuna tepki göstermeye başladı. Dedeler, halka hizmet
eden “derviş”ler olmaktan çıkıp, toprak, köy, mülk sahibi “Ağa Dede”lere dönüştüler. Dedelik
kurumunda bu değişim yaşanırken, Alevi toplumu da hızla bir değişim içine girmişti. Şehirli
hayata geçen Alevilerin çocukları okumakta, yüksek okullu Alevi gençler çoğalmaktaydı.
Batı’da (Almanya vs.) işçilik yapan Alevi işçiler artık farklı değer yargıları ile tanışmaktaydı.
İşte böylece ortaya çıkan bu yeni kuşak uzun bir süredir dedeliği yargılamaktadır.
Bu arada büyük şehirlerin gecekondularında oturan Alevi işçiler de bilinçlenmektedir.
Ülkedeki sosyal ve siyasal gelişme ve değişme Alevi gençlerini ve toplumunu da
etkilemektedir. Kültür dokularındaki yapı gereği devrimci,demokrat fikirler daha çok Alevi
gençler ve Alevi kitle tarafından tasvip görmektedir. Sendikalı işçilerin çoğunluğunu Alevi
işçiler oluşturmakta, öğrenci olaylarında Alevi gençler aktif rol oynamaktadır.
Okuma yazma bile bilmeyen Alevi dedeler ise; bilinçlenen Alevi kitleye, eğitim görmüş
üniversiteli Alevi gençlere önderlikte çok geride kalmaktadır. Ve Aleviler arasında demokrat
ve materyalist düşünceler hızla yayılmaktadır. Bu olay, daha önce belirttiğimiz gibi devletin
Alevi dinini yasaklayıcı politikası ile de birleşince sonuçta Alevi toplumu dinden
uzaklaşmaktadır. Bugün Alevilik, dini bir ayrımdan çok siyasal, kültürel bir ayrımı ifade
etmektedir. Alevilik doğuşu itibarı ile dinsel bir olay idi. Ama geçirdiği toplumsal evrelerden
sonra artık çok farklı bir konuma ulaşmıştır. Günümüzde Alevilik kültürel bir kimilği ifade
etmektedir. Alevilik doğuşu itibarı ile dinsel bir olay idi. Ama geçirdiği toplumsal evrelerden
sonra artık çok farklı bir konuma ulaşmıştır. Günümüzde Alevilik kültürel bir kimliği ifade
etmektedir. Bu da, çağdaş, ilerici, hoşgörülü, hümanist demokrat bir düşünce yapısıdır.
Alevi dini ayinleri, artık yok denecek kadar az yapılıyor. Alevi dedeler tarihe karıştı desek
abartmış olmayız. Evet Alevilik çözülüyor, dağılıyor. Ama Alevilik gene yaşıyor. Farklı
misyon yüklenmiş olarak bugün de yaşıyor. Alevilik din olarak çözülüyor, dağılıyor. Fakat
farklı bir konumda, bir yaşam biçimi olarak varlığını sürdürüyor. Alevilik günümüzde de
yöresel olmaktan çıkıp evrensel denilebilecek ilkelere ulaşmış bulunuyor. Bu ilkeler çağdaş
insan hak ve özgürlükleridir. Çağdaş dünyanın bilimsel doğrularının ışığında
değerlendirilmesi ve insanlığa hizmet edecek şekilde değiştirilmesi uğraşıdır.
İşte Alevilik bugün çağdaş görevini böylece yakalamış bulunuyor. Dünya kültür mozaiği
içindeki yerini geçmişte olduğu gibi bugün de almış bulunuyor. Toplumsal değişime bağlı
olarak Alevilik de bir değişimi yaşıyor. Bir yabancılaşma, bir kendini yadsıma elbette söz
konusudur. Artık sadece muhalefet partilerine değil, iktidar partilerine de oy veriliyor.
Sermaye kesimi ile, merkezi otorite ile küçük de olsa bir entegrasyon (bütünleşme) söz
konusu. Ama ırmağın esas yönünü değiştirecek kadar değil. Ülkemizde yaşanan olumsuz
toplumsal etkilenmeler Alevi kitle için de geçerli.
Fakat genel olarak Alevilik tarihsel misyonu, yani haklı toplumsal muhalefetini günümüzde
de tavizsiz olarak sürdürmektedir. Alevilik, her türlü toplumsal haksızlığa karşı mücadeleyi
prensip edinmiş devrimci, demokrat düşüncenin en doğal müttefiği olan bir düşüncedir.
Alevilik, Anadolu’daki tüm tarihsel haksızlıklara karşı bir başkaldırı hareketidir. Bu toprağın
ürünüdür. Bir Anadolu hareketidir. Alevilik İslamiyet içinde, İslamiyetin yabancılaşmasına,
dini istismarına, Hz. Muhammed, Hz. Ali ve Ehlibeytine karşı Emevi ve Abbasi halifelerinin
haksız ve insanlık dışı uygulamalarına karşı asırlar boyu süren muhalefet sonucunda
oluşmuştur. İslamiyet içindeki bu muhalif akım, Selçuklu ve Osmanlı’nın Türklüğü ve
60
Anadolu’ya yabancılaşmasına; ekonomik, dini, sosyal ve siyasal alanlardaki her türlü baskıcı
ve sömürücülüğüne karşı mücadelelerle devam etmiştir.
Osmanlıdan sonra ise bu misyon Cumhuriyet yönetiminde devam etmiştir. Bugün de bir dizi
değişikliğe rağmen esas rolünü devam ettirmektedir. Yani Alevilik; doğuştaki üç kaynağı
olan; Hz. Ali ve Ehlibeytine olan aşırı sevgi, saygı ve bağlılık, Asya’dan gelen Tasavvuf ve
çok tanrılı İslam öncesi dinler ile Anadolu’da bulunan çok tanrılı Anadolu din ve inançlardaki
izlerle kalmadı. Buna doğuştan günümüze kadar verilen toplumsal mücadeleler de eklendi.
Alevilik düşüncesi olgunlaştı ve bu haline ulaştı. Aleviliğin tarihi, İslamiyetin hilafet
döneminden günümüze değin süren 1300 yıllık muhalefetin tarihidir. 1300 yıldır devam eden
egemenlerin baskıcı ve sömürücü haksız yönetimlerine karşı onurlu bir başkaldırı tarihidir.
Demokratik ve devrimci bir halk muhalefetidir.
Sonuç Yerine - Ekler
Daha önce de belirttiğimiz gibi Aleviler bugün ülkemiz nüfusunun önemli bir çoğunluğunu
oluşturuyorlar. Nüfusumuz 60 milyon kabul edilirse bunun 18-20 milyonu Alevi tahmin
edilmektedir. Fakat Aleviler tarihimizin hiçbir döneminde demokratik olarak temsil
edilmemişlerdir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun azınlıklar için çok hoşgörülü olduğunu tarihçiler yazarlar. Bu
genel olarak doğrudur. Ama Aleviler için geçerli değildir. Osmanlı, Alevilerin varlığını bile
kabul etmemiştir. Onları yok saymıştır. Aynı dinden ama farklı mezhepten olduğu için
Osmanlı Alevileri yok saymıştır. Onlara azınlık hak ve özgürlüklerini tanımamıştır. Alevi
olmak “suç”unu işlemiş olan bu insanlar sürekli izlenmiş baskı altına alınmış, işkence
görmüş, darağaçlarına çekilmişlerdir. Bu yaklaşım biçimsel farklılıklara rağmen Cumhuriyet
yönetiminde de devam etmiştir. Cumhuriyet yönetimi de yalnız Hıristiyan olan halkları
azınlık statüsü içinde görmüştür. Hıristiyan azınlıkların demokratik hak ve özgürlüklerinin
olması elbette iyi bir şeydir. Hıristiyanların ve Yahudilerin ayrı ibadet yerlerine, ayrı okullara,
ayrı mezarlıklara sahip olmaları, kendi dillerinde gazete, dergi çıkarmaları, eğitim yapmaları
doğal haklarıdır. Ermeni, Rum, İtalyan, Fransız, Süryani vs. azınlıkların kiliseleri olduğu gibi
bunlar içindeki mezhep ve tarikatların bile kilise, okul, mezarlık ve gazeteleri vardır. Ama bu
adı geçen kitleden bazılarının nüfusu 100.000’i bile bulamazken, 20 milyon civarındaki
Alevilerin bu azınlık haklarından yararlanmaları ve yararlanmak istemeleri çok mu yanlıştır?
Üstelik Aleviler de Müslümandır. Ama İslamiyeti yorumlamaları farklıdır, mezhepleri
farklıdır. Onlar da İslamiyete inanıyor, ibadet yapıyor. Namazları var ama adına halka namazı
diyorlar. Oruç tutuyorlar ama 30 değil, 12 gün tutuyorlar. Hac için Hacer-ül Esved’i değil, Hz.
Ali ve Ehlibeytinin Hacı Bektaş-ı Veli ve diğer Anadolu evliyalarının türbelerini ziyarete
gidiyorlar, vs.
O halde Alevilere karşı tarihsel bir haksızlık söz konusudur. Bu haksızlığa karşı olmak da her
insanın insan olmasının gereğidir. Bunu savunmak bölücülük, ayrımcılık değil,
birleştiriciliktir, kardeşliktir. Bunun tersi ise, bölücülüktür, bu tarihsel haksızlığa destek
olmaktır. Bunun sorumluluğu daha ağırdır. EKLER YENİ GÜNDEM DERGİSİ 5 EYLÜL
1987, YIL: 4 SAYI: 78 Araştırmacı Şener ve “Anadolu Aleviliği” “DEVLETTEN HEP
SAKLANDILAR” “Aleviliğe Ne Oluyor?” kapak konulu geçen sayımız büyük ilgi gördü.
Yeni Gündem’e yazı hakkında olumlu olumsuz görüşler iletildi. Ancak tartışmalarda önyargı
ve bilgisizlik hemen göze çarpıyordu. Sosyal Antropoloji eğiimi gören Cemal Şener
“Aleviliği” anlatan araştırmasını İktisat Fakültesi Siyaset Bilimi Doktora Programı için
ahzırlıyordu. Ancak Şener, YÖK nedeniyle üniversiteden ayrıldıktan sonra bu araştırmasını
61
bağımsız olarak yürüttü. Kendisi de Alevi olan Şener’in kitabı sonbaharda yayınlanacak.
Şener, Hayat Bahadır’ın sorularını cevapladı.
• Aleviliğin doğuşuna ilişkin, genel olarak neler söyleyebilirsiniz? Şener -Aleviliğin doğuşu
İslamiyet’in ilk yıllarına, dört halife dönemine uzanır. Alevilik,doğuşu itibariyle hilafet
meselesinde Hz. Ali’ye karşı yapılan bir haksızlıktan kaynaklanmıştır. İslam içindeki bu
bölünme, daha doğrusu iktidar mücadelesi, İslamiyet’in yayılışına paralel olarak yayılmıştır.
Gittiği ülkelere özgü kültürlerle birleşerek yeni biçimler almıştır.
• Yani bu bölünme her ülkede başka isimler mi aldı? Şener -İslamiyet içindeki bu farklılık
İran’da Şiilik’i, Mısır’da Fatimi Devleti’ni, Pakistan’da İsmailiye Mezhebini vs. oluştururken,
Anadolu’da Alevilik olarak biçimlenmiştir. Anadolu, İslamiyet’ten önce Hıristiyanlık, ondan
önce deçok tanrılı dinlere yurt olmuştu. Hıristiyanlık Anadolu’da çok tanrılı dinleri yok
edemedi. Anadolu’nun İslamlaşmasını bir anlamda Alevileşmesi takip etti. Anadolu,
İslamiyet’i de Anadolulaştırdı, kendine özgü biçimlere soktu.
• Yani Alevilik sadece eski Anadolu dinlerini mi kaynak aldı? Şener -Tabii ki hayır. Anadolu
Aleviliğiin mayasını şu üç ana unsur oluşturdu. Birincisi Hazreti Ali ve 12 İmamlar’a duyulan
olağanüstü saygı ve bağlılık. İkincisi, Asya’dan göç yoluyla gelen Şamanizm, Orta Asya
dinleri ve kültürüne ait öğeler. Özellikle tasavvuf olayı. Sonuncusu ise, çok tanrılı Anadolu
dinleri ve uygarlığından alınan özellikler. Bunlardan birinin ihmali Anadolu Aleviliği’ni
anlatmayı yetersiz kılabilir. Ama bunların ağırlıkları teraziyle elbette tartılamaz.
• Bunu okurlarımız için örnekleyebilir misiniz? Şener -Bu urumun kanıtı Anadolu
Aleviliği’nin kendisidir. İslamiyet içinde ortak öğeden omasına karşılık Anadolu Aleviliği,
Suriye Aleviliği ya da İran Şiiliği’ne, Hz. Ali ve 12 İmam sevgisi dışında çok uzaklaşmıştır.
Anadolu Alevileri Şii Humeyni hareketini desteklemedikleri gibi Şii Rıza Şah’ı da
desteklememişlerdi. Ne gariptir ki, Türkiye’de Aleviler için “katli vaciptir” diyenler İran’da
Şii Humeyni hareketini hararetle destekliyorlar.
• Aleviler neden uzunca süre, hatta bazen şimdi bile kendilerini gizlemek zorunluluğunu
hissettiler? Şener - Hıristiyanlıkta rönesans ve reform neyse İslamiyet’te Alevilik odur. Daima
merkezi otoritenin düşmanca davranışlarıyla karşılaşmışlardır. Osmanlı döneminde büyük
haksızlıklara uğrayan Aleviler, esas olarak büyük yerleşme birimlerinden uzak dağ köylerinde
yaşamlarını gizli olarak sürdürmüşlerdir. Kendilerini devamlı olarak devletten saklamışlardır.
• Bu durum ne zaman hafifledi? Şener -Cumhuriyet’in ilk kurucuları, özellikle Mustafa
Kemal, Alevilere çok farklı yaklaştı. Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal Alevilerin
desteğini almak için özel çaba harcamış ve almıştır da. Cumhuriyet idaresinin laiklik
politikası Aleviler tarafından şiddetle benimsenmiştir. Cumhuriyet idaresi tüm tekke ve
zaviyeleri kapatırken Hacı Bektaş-ı Veli dergahı açık bırakılmıştır.
• Şimdilere gelirsek, durum oldukça farklı. Aleviler şehirleşti. Zenginleştiler. Bu süreç ne
zaman başladı? Şener -İlk şehirleşme Cumhuriyet’ten sonra başladı. Ama 1960’lı yılardan
itibaren özellikle hızla şehirleşmeleri ise tamamen sermaye birikimiyle ilgilidir. Alevilerin
kapalı ekonomiden pazara yönelmeleri ve Almanya gibi Avrupa ülkelerine giden işçi
göçünden dönen dövizle sağlanan sermaye birikimi şehirleşmeyi hızlandırdı. daha önce bir
tek Alevi bakkalı bile olmayan küçük il merkezlerine Mercedes arabalarıyla gelenler eldeki
parayla işyeri ve ev almaya başladılar. Önceleri Sünni kökenli esnafın hakim olduğu pazar,
giderek Alevi kökenli esnaflar tarafından da paylaşılmaya başlandı. İşte bu çelişki 1970’li
62
yıllarda erzincan, Sivas, Amasya, Çorum, Elazığ gibi illerde çatışmalara yol açtı. 1978 Maraş
olaylarıyla da doruğuna ulaştı. Tabii bu arada Alevi ve Sünnilerin birlikte yaşadıkları yerlerde
MHP hareketinin kışkırtmaların ıda unutmamak gerekir. Sorunuzun özet cevabı, evet artık
şirket ve holding sahibi Alevi iş adamları var.
• Şu anda Alevi kültürü ve nüfusu üzerine bir yorum yapmanız mümkün mü? Şener -Tabii,
bütün bu söylediklerimiz olup biterken gerileyen ve zayıflayan Alevi kültürüydü. Şüphesiz
her kültür gibi yeni, eskinin yerini alıyordu. Ama önemli olan eskinin olumlu şeylerinin
yaşatılmasıydı. İşte bu unutuldu. Nüfusa gelince, ancak genel tahminlere dayanabiliriz. Bence
bu sayı 20 milyon dolayındadır. Ülke nüfusunda önemli bir orandır bu. Bu sayı verilirken
hiçbir ard niyet aranmamalıdır. Ve bazı sonuçlara gidilmemelidir. Böyle bir gerçeği
kabullenmekle kıyamet kopmaz. Kabullenmek kabullenmemekten daha iyidir. Bu gerçeği
kabullenen tarihteki yneticilerimiz, kabullenmeyenlerden daha başarılı olmuşlardır. Bazı
Osmanlı padişahları ve Atatürk örneğinde olduğu gibi.
• Araştırma ve gözlemlerinize dayanarak 1980’li yıllarda bir ayrımcılık yapıldığını
söyleyebilir misiniz? Şener -Milli Eğitim’de Alevi öğrencilere baskı oldukça yoğun. ‘Ben
Aleviyim’ diyen öğrenci bunun bedelini ağır ödemekte. Herhangi bir işyerinde, devlet
sektöründe hakim mezhep taraftarlığı ve şövenizm yapılmakta. Türkiye’deki Alevilerin
cenazesi ortada kalmaktadır. Ailesinden, akrabasından çoğu zorunlu olarak cenaze namazına
gelir ve kaçarlar, çünkü doğumundan ölümüne kadar camiye gitmeyen Aleviler camiye
gitmek zorunda kalıyor. Hem resmi dinimiz İslam, buna rağmen laikiz diyoruz, bu bir
çelişkidir. O yüzden laik bir ülkeyiz diyemeyeceğim.
TC Anayasası’nda azınlık mezhep olarak Aleviliğin yeri olmalı. NOKTA DERGİSİ 27
EYLÜL 1987, YIL:5, SAYI:38 “ALEVİLİK KENDİSİNİ YADSIDI” Aleviliğin siyasal
tarihine ilişkin araştırmalarıyla tanınan Cemal Şener Nokta’nın sorularını yanıtladı.
Nokta:Alevilerin 1950’lerden bu yana geçirdikleri iktisadi ve politik değişimleri özetler
misiniz? Şener:Osmanlılar dömeminde, Aleviler üzerinde uygulanan hepimizin bildiği
baskılar, onları kapalı köy ekonomilerinin içine hapsetmişti. Alevilerin bu zinciri kırmaya
başlamaları, 1960’lı yıllarda yaşanan Almanya’ya göçle başlar. Bu yolla biriktirilen
sermayeler önce kasabalarda, sonra da şehirlerde ticarete yatırıldı. Önceleri Sünni kökenli
yurttaşların hakimiyeti altındaki pazar kapılarını giderek Alevilere de açtı. 60’lı ve 70’li
yılların karakteristiği budur. Bu gelişmenin, ticaret sahibi Sünni kesimde bir tepkiye yol
açması beklenmeliydi. Ama tepki, bilindiği gibi çok kanlı sonuçlar doğurdu. Birçok Alevi
yurttaşın katledildiği saldırılarda sahibi Alevi olan dükkanların talan edilmesi de hayli ilginç
bir göstergedir. 1980’lerde ise Alevileri artık piyasaya girme değil, ulusal ve hatta uluslararası
piyasadan pay alma mücadelesi içinde görüyoruz.
Çok sayıda büyük şirket kuruldu ve bu gelişmeden yalnızca şirket sahipleri değil, çalışmak
için müracaat etikleri fabrikalarda Alevilikleri hala problem edilen işçiler de yararlanmaya
başladılar. Bu gelişmelere paralel olarak, pastadan aldıkları pay oranında siyasal tercihleri de
değişti. Son 20 yılda büyük çoğunluk CHP’yi ve onun solundaki parti ya da eğilimleri
destekleyen Aleviler artık daha pragmatik bir çizgiye kayarak iktidarı da desteklemeye
başladılar. Ben,sorunuz üzerine sürecin iktisadi yönüne değiniyorum. Kuşkusuz bu gelişmede
alevilerin, kendilerini katliamlardan koruyamayan sol iktidarlara karış duydukları tepkinin de
önemli bir payı vardır. Nokta: Alevilik bu dönem içinde kültürel planda ne gibi değişiklikler
yaşadı? Şener -Anadolu Aleviliğinin bilinen hoşgörülü, liberal düşünce yapısı bir anlamda bu
kültürün bilinen klasik özelliklerindeki zayıflamanın en önemli nedenidir. Alevilerin kasaba
ve şehirlere göçü hızlandıktan sonra bu kesim içinde eğitim oranı çok yükseldi.
63
Alevi din adamları çoğu yüksek eğitim görmüş yeni nesil karşısında çok yetersiz kaldılar.
Aleviler, 70’li yıllardan itibaren kültürel olarak ikiye bölündüler. Dünyayla ilgilenen çağdaş
bir kesim ve dünyayla ilişkisini kesmiş, arabeskleşmiş diyebileceğimiz öteki kesim. Hemen
belirtelim ki, bu ikinci kesimin Aleviliğin temel değerleriyle de bir ilişkisi kalmamıştır.
Konumuz açısından önemli olan nokta ise, her iki durumda da Aleviliğin geçmişini
yadsımasıdır. Bu kaçınılmazdı, çünkü Alevilik gelişen dünya karşısında kendisini
yenileyemedi. Nokta: Peki, Sünnilik kendisini yenileyebildi mi ki, onun Aleviliğin yaşadığına
benzer bir süreç yaşamadığı söyleniyor? Şener -Sünnilik, yüzyıllardır merkezileşmiş bir
ideolojinin marjını topluyor. Sünnilik bugün de, üstte Diyanet, altta camiler aracılığıyla bu
avantajı kullanıyor.
Diyanet İşleri’nin herhangi bir emri Kars’taki camiye de, Edirne’deki camiye de aynen gider.
Kısacası, Sünnilik iktidar olduğu için varlığını sürdürürken, Alevilik muhalefet olduğu için
tarihe karışıyor. Ama aynı nedenle birincisi tutucu, ikincisi demokratiktir. Bence sorunun
doğr ukonuluşu şöyledir:Alevilik modernliği, çağdaş daş düşünceyi ve hümanizmi besleyerek
tarihe karışıyor. YENİ DEMOKRASİ DERGİSİ AĞUSTOS 1987, SAYI: 4 GÖRÜŞ
KALPLER HACI BEKTAŞ’TA ATIYOR Cemal ŞENER Her yıl milyonlarca Alevinin kalbi
16 Ağustos’ta Hacı Bektaş’ta atıyor. Onbinlerce Anadolu Alevisi bu küçük şirin Anadolu
kasabasına dolup taşıyor. onbinlerce insan büyük düşünür ve Gönül Sultanı, Hacı Bektaş-ı
Veli’yi anma törenlerine katılıyor. O’nu sevenler, O’nun ilkelerine inananlar oluk oluk bu
gönül sultanına muhabbet için koşuyorlar.
O halde Hacı Bektaş-ı Veli’nin kim olduğunu ve asırlardır süren bu sevginin nereden
kaynaklandığını kısaca dile getirmeye çalışalım. Hacı Bektaş-ı Veli’nin Anadolu’ya gelişi
Anadolu Selçuklu Devletinin son yıllarına rastlar. Hacı Bektaş-ı Veli’yi büyük Türk
mutasavvufu Ahmet Yesevi halifelerinden Lokman Parende Anadolu’ya göndermiştir. Hacı
Bektaş-ı Veli, İbrahim Al Sani diye anılan Seyyid Muhammed’in oğludur. Babası Hacı
Bektaş-ı Veli’ye Lokman-ı Parende’yi hoca tutmuştur. Lokman-ı Parende, Türkistan’ın
doksandokuz bin pirinin piri Hoca Ahmet Yesevi’nin halifelerindendir.
(1) Hacı Bektaş-ı Veli’nin rivayetlere dayalı hayatı “Vilayetname” adlı eserinde oldukça
mitolojik öğelerle dolu bir şekilde anlatılır. Hacı Bektaş-ı Veli, 1273’de vefat eden Mevlana
Celalettin ile aynı çağda yaşamıştır. Eserlerini Farsça yazan Mevlana’ya karşın Hacı Bektaş-ı
Veli; katıksız öztürkçe kullanmış ve yazmıştır. Tamamen halk diliyle yazan Hacı Bektaş-ı
Veli’nin ölümü ise; 1270-71 olarak kabul edilir.
(2) Hacı Bektaş-ı Veli, Anadolu’ya yirmi dört yaşında geldiği zaman Babailik akımı henüz
sönmemişti. Baba İshak, Anadolu Selçuklu yönetiminin katmerli sömürü ve haksızlıklarına
karşı eşitliği savunuyordu. Babailik, bugüne değin yapılan ilk örgütlü ve bilinçli halk hareketi
sayılıyor. Babai İsyanı önceleri, Güney-Doğu Anadolu’da, sonra Orta Anadolu’da yayılmış.
Merkezi Amasya’dır. İsyana Baba İshak adlı bir Türkmen babası önderlik etmiştir. Baba
İshak’ı Selçuklu ordusu 1240 yılında Amasya’da idam etmiş, isyan ancak paralı Hıristiyan
askerlerin desteğiyle bastırılmıştır. İşte Hacı Bektaş-ı Veli’nin geldiği yıllar, Anadolu böyle
karışıklıklar içindeydi. Babai hareketinin Hacı Bektaş-ı Veli’yi etkilememesi mümkün
değildi. Her yanda iktidar ve din kavgaları ortalığı sarmıştı. Anadolu Selçuklu Devleti, halka
yabancı bir zulüm iktidarı idi. Saray Acem ve Arap etkisinde Türklere insan muamelesi bile
yapılmıyordu.
64
(3) Hacı Bektaş-ı Veli, Ahmet Yesevi’nin müridi olarak Anadolu’ya bir Yesevi dervişi olarak
gelmiştir. Buna karşın Hacı Bektaş-ı Veli; Anadolu’da Alevilik öğesinin piri olmuştur.
Bektaşilik adında kurulan tarikat ve öğretisi, Anadolu’da kurulan en büyük Alevi tarikatı
olmuştur. Bir Yesevi dervişi olarak Anadolu’ya gelen Bektaş-ı Veli’nin nasıl olup da
Aleviliğin en ulu kişisi olduğu oldukça ilginç bir düşünsel gelişmedir. Bektaşiliğin tarikat
olarak kuruluşu ise, Hacı Bektaş-ı Veli zamanında değil O’nun müritlerinden Balım Sultan
zamanında gerçekleşmiştir.
(4) Bektaşilik; yani Alevilik tamamen Anadolu’ya has bir düşünce akımıdır. O, bir yanıyla
dinseldir. Ama tamamen dini bir akım değildir. Bir benzerine ise başka bir İslam ülkesinde
rastlamıyoruz. Bektaşilik’in kaynakları şunlardır:
a) İslamiyet içindeki hilafet meselesinde Hazreti Ali ve Ehlibeytine yapılan haksızlıklarda;
Hz. Ali ve Ehlibeytine duyulan aşırı saygı ve bağlılık,
b) Orta Asya eski Türkmen kültürüne özgü motifler. Özellikle Şamanizm, Maniheizm,
Zerdüşt ve diğer çok tanrılı inanç izleri,
c) Eski Anadolu medeniyetlerine ait kültür izleri. Özellikle çok tanırlı Anadolu dinlerinden
kalan miras. İşte bunlara benzer öğeler Anadolu Aleviliğiin kaynaklarını oluşturmuştur. Bu üç
farklı kaynağın Anadolu Yarımadasındaki sentezi Alevilik’i doğurmuştur.
(5) Aleviliğin İran Şiiliği ile, Mısır Fatımi’leriyle, İsmailiye mezhebi ile vs. Hz. Ali ve
Ehlibeytine duyulan sevgi ve saygı dışında bir ortaklığı yoktur. Selçuklu ve daha sonra
Osmanlı koyu sünni bir İslamı saunurken, Hacı Bektaş-ı Veli, insan sevgisini, kardeşliği,
eşitliği, haksızlığa karşı olmayı, kendine en büyük erdem olarak seçmiştir. Aşağıdaki dörtlük
büyük düşünürün düşüncelerini ifade etmektedir: “Hararet nardadır, sacda değildir Keramet
baştadır, tacda değildir Her ne arar isen, kendinde ara Mekke’de, Kudüs’te, Hac’da değildir”
Hacı Bektaş-ı Veli; günümüzden yaklaşık yedi yüz yıl önce yaşadığı halde o, adeta canlı bir
varılk gibi yanıbaşımızda yaşamaktadır. Çünkü onun savunduğu düşünceler günümüzde de
geçerliliğini sürdürmektedir. Hacı Bektaş-ı Veli’nin yaşadığı dönemde demokrasi, sosyalizm
vs. gibi düşünce akımları henüz çok uzakta idi. Fakat Hacı Bektaş-ı Veli; düşünceleriyle
ekonomik olarak eşitilği, siyasal olarak özgürlüğü, dinsel olarak laiklik diye formüle edilen
şeyleri inançla ve kararlılıkla savunuyordu. O’nun insana verdiği değer bugün bile çağdaş
siyasal sistemlerin anlamlarından çok ileridir. O, insanı ve insan sevgisini yaşam felsefesinin
esası yapmış bir düşünür ve gönül piridir. Şu dedikleri çok öğreticidir: “Ellerin Kabesi var
Benim Kabem insandır Kuran da kurtaran da İnsanoğlu insandır” Bektaşilik, her ne kadar
başlangıçta dinsel bir yapı olarak ve Hz. Ali taraftarlığı şeklinde karşımıza çıkmış ise de,
tarihsel süreç içinde toplumsal haksızlıklara karşı halk kitlelerindeki hoşnutsuzluğun,
başkaldırının sembolü olmuştur. Aleviliğin dinsel bir ideoloji olduğu ölçüde siyasal bir
düşünce akımı olduğu da unutulmamalıdır.
(6). Batılı bir düşünür 16. yüzyıldaki dini savaşlarla ilgili şunları yazıyor: “16. yüzyılın dini
sanılan savaşları bile, öncelikle maddi sınıf çıkarlarıyla ilgiliydi... Gerçi o günlerin sınıf
çatışmaları dini parolalarla sürdürülüyordu, çeşitli sınıfların çıkarları istekleri dini bir
perdenin ardında gizliydi, ama bütün bunlar sorunun özünü değiştirmez.”
(7) Günümüzde Hacı Bektaş-ı Veli’nin öğretileri gerçek özünden saptırılarak Türk
milliyetçiliği ve İslam ümmetçiliği gibi ideolojilere alet edilmeye çalışılıyor. İnsan
sevgisinden, halktan yana olan tüm güçler Hacı Bektaş-ı Veli’ye ve öğretisine sahip
çıkmalıdır. 16 Ağustos Hacıbektaş Kasabası’nda soğuk, zoraki, içeriksiz, kof, somurtkan
resmi devlet törenine terkedilmemelidir. TRT sadece yasak savma olarak konuyu ele
65
almamalıdır. Hacı Bektaş-ı Veli ve ilkelerine inanan milyonlarca insana karşı saygılı
olmalıdır. O’nun yükselttiği, temeli insan sevgili olan bayrak, daha yükseklere çıkmalıdır. O
büyük insan asırlar önce bize şöyle seslenmişti: “Dostlarım Kardeşlerim Canlarım... Kaldırın
başlarınızı Suçlular gibi, yüzümüz yerde Özümüz darda, durup dururuz Kaldırın başlarınızı
yukarı Bize göz verildi, gözleyin diye Dil verildi, söyleyin diye El gövdede kaşınan yeri bilir
Dert bizde derman ellerimizdedir. Ararsan bulursun, verirsen alırsın İnanmazsan gelir
görürsün.”
(8) Bu çağrıyı cevapsız bırakmayalım.
(1) Vilayet-Name, Abdülbakiy Gölpınarlı
(2) Vilayet-Name, Abdülbakiy Gölpınarlı
(3) Anadolu’da Babailer İsyanı, A. Yaşar Ocak.
(4) Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi, E. Behnan Şapolyo
(5) Bektaşilik, İ. Zeki Eyüboğlu
(6) Türk Halk Hareketleri, Çetin Yetkin
(7)Alman Köylü Savaşı Üzerine, F. Engels
(8)Semahlar, Ruhi Su ALEVİLİK ÜZERİNE GENEL KAYNAKÇA Alevilik-Ahilik-
Bektaşilik, Cemal Bardakçı, 2 cilt, Ankara, 1950, 2. baskı Alevilik-Sünnilik “İslam
Düşüncesi”, İsmet Zeki Eyüboğlu, Hürriyet yayınları, İstanbul 1979, 1. baskı Alevilikte Hacı
Bektaş-ı Veli ve İlkeleri, Av. İbrahim Kamil Karaman, Abdülvahap Rehmen, Tipo Neşriyat
ve Basımevi, İstanbul 1966, 1. baskı Ariflerin Menkıbeleri, Ahmet Eflaki, Çev:Tahsin Yazısı,
2 cilt, Hürriyet Yayınları, İstanbul 1973, 2. baskı Babailer İsyanı, Ahmet Yaşar Ocak, Dergah
yayınları, İstanbul 1980, 1. baskı. Bektaşi Edebiyatı Antolojisi, 19. Asırdanberi Bektaşi-
Kızılbaş-Alevi Bektaşi ve nefesleri; Sadeddin Nüzhet Ergun, İstanbul Maarif Kütüphanesi.
Bektaşiliğin İç Yüzü, M. Tevfik Oytan, 2 cilt, İstanbul Maarif Kitabevi, İstanbul. Bektaşiliğin
Menşeleri, Fuat Köprülü, M. Dede Teşvik Yurdu Dergisi, sayı 317 Bektaşilik, Murat
Sertoğlu, Başak Yayınları, İstanbul 1969, 1. baskı Bektaşilik Alevilik Nedir?Doç. Dr. Bedri
Noyan, Ankara 1988 Bektaşi Mena-Kıbnamelerinde İslam Öncesi İnanç Motifleri, Yaşar
Ocak, Enderun Kitabevi, İstanbul 1983, 1. baskı. Bektaşi Şairleri, Saadettin Nüzhet (Erenköy
Kız Lisesi Edebiyat Muallimi), Devlet Matbaası, İstanbul 1930, 1. baskı. Bedrettinem, Radi
Fiş, Yön yayınları, İstanbul, 1988 Buyruk, Derleyen:Sefer Aytekin, Emek Basım Yayın,
Ankara 1982 Buyruk İmam-ı Cafer buyruğu, Bir heyet tarafından hazırlanmış, Ayyıldız
Yayınevi, Ankara Büyük İslam Tarihi, Namık Kemal, Dilimize Uygulayan:İhsan Ilgar, 1. cilt,
Hürriyet yayınları, İstanbul 1975, 1. baskı. Devlet ve Din, Prof. Dr. Çetin Özek, Ada
yayınları, İstanbul Divan, Mevlana Celaleddin, Çev:Abdülbaki Gölpınarlı, İnkilap ve Aka
Kitabevleri, İstanbul 1974, 1. baskı Doğu İlleri ve Varto Tarihi, Mehmet Şerif Edebiyat
İncelemeleri, Atilla Özkırımlı, Cem Yayınları, İstanbul 1932, 1. baskı Evliyalar Evliyası
Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli, Murat Sertoğlu, Şadırvan Turizm Yayınevi, İstanbul 1966, 1.
baskı Evliyalar Şahı, Dr. Mehmet Ali Derman Fuzuli Divanı:Abdülbaki Gölpınarlı, İnkilap
Kitabevi, İstanbul 1985, 3. baskı Gelin Canlar Bir Olalım, Nezihe Araz, Hürriyet yayınları,
İstanbul 1984, 1. baskı Gerçek İslam Dini, Şinasi Koç, Mart 1983, Ankara. Günün Işığında
Tasavvuf Tarikatlar, Mezhepler Tarihi, İsmet Zeki Eyüboğlu, Geçit Yayınevi, İstanbul 1987,
1. bsakı. İmamiye Şiası, Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı, Selçuk Yayınları, Ankara 1984. İncil,
Kitabı Mukaddes Şirketi, İstanbul 1979, 8. baskı. İran İslam Cumhuriyeti Anayasası,
Çev:Hüseyin hatemi, Çağrı Yayınları, İstanbul 1980, 1. baskı Kerbela Vakası ve Kerbelanın
İntikamı, Ziya Şakir, 2 cilt, İstanbul Maarif Kütüphanesi, İstanbul MCMCXVI, 1. baskı
Kur’an’da Hikmet, Tarihte Hakikat, Halil Öztoprak, 3 cult Makaalat, Hacı Bektaş-ı Veli, Hz.
Mehmet Yaman, Gülbay Yayıncılık ve Matbaacılık, İstanbul 1985. Mesnevi, Abdülbaki
Gölpınarlı, 4 cilt, İnkilap ve Aka Kitabevi, İstanbul 1983, 2. baskı Mezhepler ve Tarikatlar
Tarihi:Enver Behnan Şapolyo, Türkiye yayınları, İstanbul 1964. Nehç’ül Belagat İmam
66
Ali’nin Hutbeleri-Mektupları-Emirleri-Vecizeleri, (Hazırlayan) Abdülbaki Gölpınarlı,
Neşriyat Yurdu, Yeni Şart Maarif Kütüphanesi, Ankara 1972, 1. baskı Oniki İmam,
Abdülbaki Gölpınarlı, Der Yayınları, İstanbul 1979, 1. baskı Osmanlıdan Önce Anadolu’da
Türkler, Claude Cohen (Sorbon Üniversitesi İlam Tarihi Prof.) Türkçesi Yıldız Moran, E
Yayınları Tarih Dizisi, İstanbul 1984, 1. baskı Peygamber Çiçekleri Hz. Hasan ve Hz.
Hüseyin, Kerbela Vakası, Mustafa Necati Bursalı, Çile Yayınları, İstanbul 1983, 4. baskı. Pir
Sultan Abdal, Selahattin Eyüboğlu, Cem yayınları İstanbul Pir Sultan Abdal, Asım Bezirci,
Say Yayınları, 1991 Pir Sultan Abdal, Cahit Öztelli, Milliyet Yayınları Pir Sultan Abdal,
Orhan Ural, Ant Yayınları, 1990 İstanbul Pir Sultan Abdal, Mehmet Bayrak, Yorum
Yayınları, İstanbul 1986, 1. baskı Pir Sultan Abdal Yaşamı, Kişiliği, Yapıtları, Mehmet Fuat
(Bengü), Detaş T.A.Ş. De Yayınevi, 1980, 2. baskı Pir Sultan’ın Dostları, Cahit Öztelli,
Özgür yayın Dağıtım, İstanbul, 1984, 1. baskı Safevi Devletinin Kuruluş ve Gelişmesinde
Anadolu Türkleri’nin Rolü, Prof. Dr. Faruk sümer, Selçuklu Tarih ve Medeniyeti Enstitüsü
Yayınları, Ankara 1976, 1. baskı Sosyal Açıdan İslam Tarihi, Abdülbaki Gölpınarla, İnkilap
ve Aka Yayınalrı, İstanbul 1975, 1. baskı Şerh-i Besmele, Hz. Rüştü Şardağ, Karınca
Matbaacılık, İzmir 1985. Şeriat ve Kadın, İlhan Arsel, İstanbul 1987, 1. baskı Şeyh Bedrettin
ve Varidat İsmet Zeki Eyüboğlu, Der Yayınları, İstanbul 1986 Tam Hakiki Hüsniye, Ayyıldız
Kitabevi, İstanbul Tanrı Anlayışı, Cemil Sena, Remzi Kitabevi, İstanbul 1978, 1. baskı Tarih
Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik, Abdülbaki Gölpınarlı, Der Yayınları, İstanbul 1979, 1.
baskı Tarihin Getirdikleri, Ali Rıza Sayan, Gençlik Basımevi, İstanbul 1978, 1. baskı Tarihte
ve Bugün Şamanizm, Materyaller ve Araştırmalar, Abdülkadir İnan, Türk Tarih Kurumu,
Ankara 1972, 2. baskı Tarikatlar Tasavvuf ve Felsefe Münasebetleri, Dr. Hasan Küçük,
Marmara Üniversitesi Yayınları, İstanbul 1985, 1. baskı. Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar,
Prof. Dr. Fuat Köprülü, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1984, 5. baskı. Türk
Edebiyatı Tarihi, Ord. Prof. M. Fuat Köprülü, Ötüken Yayınları, İstanbul 1981, 3. baskı Türk
Halk Hareketleri ve Düzenlik Kavgası, Prof. Mustafa Akdağ, Bilgi Yayınevi, Ankara 1975, 1.
baskı Türk Halk Şiirinde Siyasal Motifler, Hüsnü Gürbey, Yayınlanmamış Master Tez.(İ.Ü.
İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler), İstanbul 1982. Türkiye’de Din ve Siyaset, Dr. Ahmet
Yücekök, Gerçek yayınevi, İstanbul 1976, 2. baskı Türkiye’de Örgütlenmiş Dinin Sosyo-
Ekonomik Tabanı (1946-968), Dr. Ahmet H. Yücekök, Sevinç Matbaası, Ankara 1971, 1.
baskı Türkiye Halkının Kültür Kökenleri, Burhan Oğuz, 3 cilt, İstanbul Matbaası, İstanbul
1986, 1. baskı. Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Prof. Dr. Mustafa Akdağ, 2 cilt, Tekin
Yayınevi, Ankara 1979, 3.baskı Umumi Türk Tarihine Giriş, Ord. Prof. Dr. A. Zeki Velidi
Togan, 1. Cilt, Enderun Kitabevi, İstanbul 1981, 3. baskı Veysel Karani ve Üveysilik, Ahmet
Yaşar Ocak, Dergah yayınevi, İstanbul 1986, 1. baskı Vilayet-Name, Manakıb-ı Hünkar, Hacı
Bektaş-ı Veli: Hazırlayan: Abdülbaki Gölpınarlı, İnkilap Kitabevi, İstanbul 1958, 1. baskı
Yaşayan Alevilik, Yahya Benekay, Varlık Yayınları, İstanbul 1967, 12. baskı Yunus Emre,
Abdullah Rıza Ergüven, Yaban Yayınları, Ankara 1982, 1. baskı. Yunus Emre, Cahit Öztelli,
Özgür Yayınevi, İstanbul 1984, 2. baskı Yunus Emre Yaşamı, Sanatçı Kişiliği, Yapıtları,
Mehmet Fuat (Bengü) -Detaş T.A.Ş., 1979, 2. baskı.
67__

 

Kaynak: Alıntı; http://karacaahmet.org.tr/alevilik.asp?id=23

Tags