Hacı Bektaşi Veli ve öteki Horasan Erenleri’nin, Anadolu’ya gelişleri, Moğol istilasının bütün Asya’yı sarstığı, ülkelerin yakılıp yıkıldığı, açlık ve sefaletin hüküm sürdüğü 13. yüzyılın ortalarına rastlar. Selçuklu Devleti, istilacı kuvvetler karşısında parçalanır. Bizans tehlikesi yeniden baş gösterir.
O çağlarda, “Diyar-ı Rum” ismiyle bilinen Anadolu’ya, Ahmet Yesevi’nin manevi ışığıyla yüklü olarak gelen Hacı Bektaşi Veli, (bu konuları işleyen vilayet-Name’lerin anlattığına göre), aynı olarak ilkede birleşen halifelerini, ülkenin dört yanına satar…
Anadolu insanının, “ermiş, veli veya evliya” diye tanımladığı bu yüce kişiler, çare kapılarının kapandığı, düşmanlıkların kol gezdiği o bunalımlı yıllarda, Allah’ın birer rahmeti olarak, halkın arasına karışırlar. Hz. Ali’den gelen İslam anlayışına ve Hacı Bektaşi ilkelerine bağlı kalarak, insanları eşit kabul eder. İslam’ın özünü, Türk kültür ve gelenekleriyle sentez yaparlar. Arapça ve Farsça’nın baskısını sürdürdüğü o dönemlerde, öz dilimiz Türkçe’nin kökleşip yayılması için girdikleri savaşta, halkın gözü, kulağı ve sesi olurlar. Bu erenler ocağında daha sonra yükselen türbeler, onları unutturmayan anıtlar olarak, ziyaretçilerini geçmişin ta uzaklarına götürür. Ülkemize vurulan Türk mühründe hep onların izleri kalır…
Böylece onlar, Peygamberimizin: “Bu kubbeler altındaki evliyaları benden başkası bilemez” hadisi ile açıkladığı yüceliğe erişirler. Allah'ın aşk postasında erimiş gönül erleri olarak kanat açar, sonsuzlaşırlar…
Bu niteliklerle dolu, Hacı Bektaşi’nin manevi dünyasından ışıklanmış o dönemin ünlü bir ereni de HIDIR ABDAL SULTAN’dır. Tarikat dilinde “Düşkün Ocağı” adıyla da bilinen, yaklaşık 700 yıl önce kurduğu tekkesinde, Türk-İslam gücünün çevreye yayılmasında etkili hizmetleriyle halkın gönlün taht kurmuştur. Tarihi kaynaklar, mücahit bir eren Hıdır Abdal’ın, şimdi türbesinin bulunduğu Ocak Köyü’nde tekkesini kuruduktan sonra, çevrede Bizans egemenliğinin sona erdiğine ve bu yörede fethin tamamlandığına ışık tutuyor.
Yaşamını belirleyen doğum ve ölüm tarihleri belli değildir. Babası Karaca Ahmet Sultan’ın, Anadolu’ya geldiği Selçuklular’ın çöküş yıllarına rastlayan 13. yüzyıl ortalarıyla, Osmanlı döneminin ilk çeyreği arasında yaşadığı bir gerçektir. Hayat öyküsü, aynı yüzyılların evliyaları gibi, toplum vicdanında oluşan menkıbelerde sıkışıp kalmıştır. Günümüze kadar ulaşan bu menkıbeler, Hıdır Abdal Sultan’ı, İstanbul’dan mermer taşını atan ve şimdiki mekanı Ocak Köyü’ne 3 kilometre uzaktaki Aşutka (Dutluca)’ya ulaştıran ünlün bir evliya olarak değerlendirilmiştir.
HIDIR ABDAL SULTAN Hazretleri, Peygamber soyundandır. Soy zincirinin Peygambere ulaştığını belirleyen, Arapça yazılı ve Osmanlıca sözlüklerden oluşan “anıt taşı”ndaki bilgilerin bir bölümü şöyledir.
“Sülale-i Pak, Karaca Ahmet Sultan evlatlarından Es- seyyid Hıdır Abdal Sultan…”
Metinde geçen “sülale-i Pak ve seyyid sözcükleri, Selçuklu ve Osmanlı döneminde, soy zinciri Hz. Muhammed’ e ulaşan kişileri belirtmek anlamında kullanılmış deyimdir.
Hıdır Abdal’ın soyağacını açıklayan temel bilgilerin ikincisi de, “secere veya silsile-name” dir. Peygamber soyundan gelenlerin sicillerini, tutan ve dönemin Şeyhülislam makamınca atanan “Nakibül-Eşraf” ın onayından geçen “şerefe”, Hıdır Abdal Sultan’ın temiz soyunun tam bir açıklıkla anlatılması açısından, çok değerli bir belgedir. Noterden onaylı aslı, koruma altındadır. İçerdiği bilgilere göre, Hıdır Abdal Sultan’ın torunlarından Seyyid Yahya Efendi’den başlayan ve Hıdır Abdal Sultan’ın babası Karaca Ahmet Sultan’a kadar yukarıdan aşağıya sayılan otuzaltı isme, sık-u ihlas ile (içten gelen doğrulukla) bağlanılması öğütlenmiştir.
Hıdır Abdal’ın kendisinden sonraki soyu da, secerede ismi anılan oğlu Seyyid Habib’den süre gelmiştir. Dalı ve kolunun göklere uzanan ulu bir ağaca benzediği, Arapgir Kazası’nda oturduğu, şeref mukim-i siyadet (Peygamber soyundan) ve imam-ı Zeynel-Abidin evlatlarından olduğu anlatılmış… Bu nedenle de, Eimme-i Zekiyye’ye (Oniki İmamlara) yakışan tazim-i vacibül-eda (saygı ve hürmetle) ağırlanmasının gereğine değinilmiş… Ayrıca Ehl-i Beyt sevgisinin önemini belirtmek amacıyla, Şura Suresi, Ayet 23’den bir bölüm, secereyi süslemiştir. Secere’nin son bölümünde ise, bu belgenin; Seyyideyn-es Sadadın hücceti (Hz. Peygamber soyuna uzananları saptayan ilam) olduğuna işaret edimiştir. Bu bilgiler, Hıdır Abdal Sultan’ın soy zinciri itibariyle Oniki İmam’ın dördüncüsü olan İmam-ı Zeynel-Abidin’e ulaştığını açıklıyor. Kerbela şehidi Hz. Hüseyin’in oğlu, Hz. Ali ile Hz. Fatıma’nın torunu olan İmam-ı Zeynel Abidin’de, böylece dördüncü kuşakta Hz. Muhammed’e ulaşıyor.
Selçuklu ve Osmanlı döneminde, Türk egemenliğinin yayılmasında hizmeti geçen dervişlere, babalara, Alp Erenleri’ne bedelsiz verilen topraklar üzerinde tekkeler ve zaviyeler kuruldu. Zaviye, küçük tekke anlamındaydı. Ayrıca bunlara bir takım hak ve muafiyetler tanındı. Aşar ve avarız vergilerinden bağışklık kazandılar. HIDIR ABDAL ZAVİYESİ’de, verilen padişah fermanları uyarınca bu haklardan yararlandı. Hıdır Abdal’ın Türklük ve İslamlığın yayılmasında görülen hizmetleri nedeniyle tanınan haklar, onun ölümünden sonra da yüzyıllar boyu yürürlükte kaldı. Tahta geçen padişah, düzenlediği bir fermanla hakları yeniledi. Böylece geçmişi geleceğe bağlayan bu uygulama, Osmanlı’nın sonuna kadar sürdü. Fermanların bize ulaşanları şimdi, Hıdır Abdal Sultan tarihine ışık tutan değerli belgeler olarak Ocak Müzesi’nde korunuyor.
HIDIR ABDAL ZAVİYESİ’nin başka bir özelliği de, ruhsal hastaların şifa aradıkları bir mekan olmasıydı. Büyük Türk mücahidi ve hekimi Karaca Ahmet Sultan’ın kuruduğu tekkeler, o dönemin birer “Sağlık Ocağı” sayılıyordu. Telkin ve irşad (düşünce ve uyarma) yöntemiyle tedavi etmek, Karaca Ahmet Sultan’dan sonra oğullarına geçmiş, böylece Hıdır Abdal Zaviyesi’de yüzyıllar boyu ruh hastalarının tedavisinde şifa dağıtan bir kurum olarak tanınmıştı.
HIDIR ABDAL SULTAN TÜRBESİ’nin, ilk kez hangi tarihte ve kimin tarafından yaptırıldığı kesin olarak bilinmiyor. Ancak, kubbe ve kemerli bölümlerin çok uzun yıllar önce, mescid bölümünün de, daha sonra yapıldığı bellidir. Dış cephe duvarlarında, biri 1295 (1879)’da Ali Efendi’nin, diğeri de 1958’de Ali Rıza Şimşek’in yaptırdığı onarımları belirleyen anıt taşları vardır.
Varlığı dönemin padişah fermanlarıyla tescil edilen, daha sonra da 30.11.1925’de yürürlüğe konan bir yasa uyarınca benzerleri gibi kapatılan ve 24 yıl bir aradan sonra yeniden açılan Hıdır Abdal Sultan Türbesi, kendi adı verilen HIDIR ABDAL SULTAN OCAĞI’nda, tarihe ışık tutan anıt bir eser olarak gelenek ve göreneklerine bağlı vefakar halkımızın ziyaretine açık bulunuyor…
Kaynak : Yazı Mehmet ŞİMŞEK; Hıdır Abdal Sultan Ocağı İstanbul 1991
Site fotoğrafları (Hasan oğlu) Mustafa GÜLER ve anonim
- Log in to post comments